3 Günlük Palandöken ve Erzurum Serüveni

Tatil anlayışı kızgın kumlardan serin sulara olan bir insanın karın buzun soğuğun şehri, Erzurum’da ne işi vardı? Karla yaşadığı kayak namına en son deneyim bakkal poşetiyle mahallenin yokuşundan aşağı kaymak olan bu hatunun kayakla imtihanı nasıl geçecekti? Aklımda bu sorularla düştüm Erzurum yollarına.
Yeni yıl hep yeniliklerle gelir. Ondandır ben her yeni yılı büyük bir sevinçle karşılar, kucaklarım. Bilirim her yeni yıl bana yeni güzellikler, yeni heyecanlar, yepyeni anlar, yepyeni mutluluklar, hiç yaşanmamış deneyimler getirir. Yaşadığım ama tadını alamadığım, yaşadığım ama değerini bilemediğim şeylerin tadına varmayı, değerini anlamayı ve keyfini çıkarmayı öğretir her yeni yıl.

Bu yeni yıl da yepyeni bir deneyimle karşıladı beni. Tuttu elimden, “hadi kız” dedi, “seni bu kez çok ayrı bir serüvene çıkarıyorum”. Tayland’ın turkuaz suları mı dedim? Hayır dedi. “Fransa’nın romantik sokakları mı?” dedim. “Hayır,” dedi. “Barselona’nın çılgın Katalanlarına mı gidiyoruz yine yoksa” dedim. “Daha da çılgın bir şey yapacağız seninle” diye yanıt verdi.

Bıraktım kendimi yeni yılın bana hazırladığı bu özel maceraya… Akışına bıraktım. Yeniliklere bıraktım kendimi. İstanbul’un kurşuni göğünü, Boğaz’ın kulak kopartan rüzgarını bırakıp düştüm yola, ta Doğu'ya, Anadolu’nun şark boncuğu Erzurum’un yollarına...



Palandöken’in mis gibi havasını içime çekeceğim, bembeyaz örtülere bürünmüş, birer taze gelini andıran tepelerin pür-ü paklığıyla gözlerimin sefa edeceği ve tarihin en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapmış bu kadim şehrin ta iliklerime işleyeceği 3 günlük bir serüven beni bekliyordu. Doğaya doğacak, tarihin derinliklerine dalacak ve çocukluğuma geri dönecektim.

Oysa karda kışta yolculuklar hep korkutmuştur beni. Ondandır ya kışın dizini kırıp evde oturur bu gezgin ya da kendini sıcacık topraklara atar. Ama bu kez Gezimanya.com ve Xanadu Snow White Hotel’in iş birliğinde düzenlenen blogger etkinliğinin davetini de fırsat bilip, “yapma etme donarsın oralarda” diyen iç sesime kulaklarımı tıkayıp, gezgin dediğin kar kış dinlemez diyerek attım kendimi Erzurum’a.



Erzurum beni sıcacık güneşi ile karşıladı. Bütün hafta kendimi -10 derecede ne yaparım diye korkuttuğumdan tevekkeli bir şehir tarafından ters köşeye yatırılmışım gibi hissettim. Yanlış anlaşılmasın, şehir ben geldim diye bir anda yazı getirmedi. Gerçekten de gündüz -15 derece, gece -20 dereceleri gördük ama Erzurum soğuğu farklıdır diyenlere de sonuna kadar hak verdik. Boğaz’ın lodosuna karışan İstanbul’un burun düşüren soğuğundan eser yoktu burada. Keskin, ama kemiklerinizi sızlatmayan, soğuk ama soğuk olmayan bir soğuk bu. Nasıl ifade edilir bilemiyorum. Tek diyebileceğim, korkmayın, bu soğuk çok soğuk değil.





İlk durak; otelimiz. 18 kişilik koca bir blogger ordusu olarak bizi Gezimanya işbirliği ile davet eden Xanadu Snow White Hotel, Palandöken’de şehri alabildiğine gören bir tepeye kurulmuş. Henüz çok yeni bir otel Xanadu, dolayısıyla tesisin geneli ve odalar yeni ve bakımlı. Odamız çatı katında ve muhteşem bir manzaraya nazır. Gelir gelmez kendini kayak pistlerine vuran blogger arkadaşlara inat, yol yorgunluğunu "spa"da atmaya karar veriyorum. E öyle kolay değil, tropik bir gezgini, kış tatiline alıştırmak. Akşam yemeği sonrası güzel bir havuz ve Xanadu’nun nefis limonlu sabunlarıyla yaptığım hamam sefasından sonra ertesi günkü Erzurum turuna misler gibi hazırım.





Sabah erkenden uyanıp otelde pancake’lerin dibine vurduğum enfes bir kahvaltı sonrası düşüyoruz Erzurum yollarına. Yolda Erzurum’u bizi karış karış anlatacak olan rehberimizi alıyoruz. Rehberimiz Ömer Raci Bey, Kurtuluş Savaşı döneminden fırlamış gibi. Kalpağı ve paltosuyla bizi selamlıyor. İçeri girdiği anda anlıyorum ki bu tur güzel bir tur olacak. Anadolu insanının bütün sıcaklığı ile içimizi ısıtıyor.


Yola çıkmadan önce hemen otelimizin önünde karşımıza çıkan Erzurum'un dünya tatlısı al yanaklı çocukları ve sıpaları Kara Kız


Rehberimiz Ömer Raci Bey

İlk durak; Aziziye Tabyaları ve meşhur Nene Hatun’un mezarı. Aracımız Erzurum’un merkezine doğru yol alıyor. Yol boyunca gözümü Erzurum’dan alamıyorum. Her karışını, her bucağını beynime kazımak istercesine arabanın camına yapışıyorum.



Bilinmedik bir diyardı benim için Erzurum. Ayak basılmamış bir toprak, keşfedilmeyi bekleyen kadim sırlarla dolu bir gizem, yaşanması gereken anlarla dolu mistik bir şehir… Oysa şimdi capcanlı karşımdaydı işte Erzurum, Anadolu’nun yamacında, çorak ama mağrur dağları ile... Palandöken alabildiğine uzanıyordu göğe doğru. Mavi gök kubbenin rengi ufka doğru açılıyor, süt beyaz bir renge çalıyor ve Palandöken’in karlı zirvelerine karışıyordu. Kar gök oluyor, gök kar oluyordu. Gök dağ oluyor, dağ gök oluyordu. Bu mistik birleşmeden gözlerimi alamayarak ilerliyorduk.



Aziziye Tabyası’na geldiğimizde, aşağıda boylu boyunca uzanan karlarla kaplı bir vadi duruyordu. Hemen yukarıda ise tarihin en kanlı savaşlarına tanıklık etmiş Aziziye Tabyası ve Nene Hatun mezarı. Gözlerimi kapatıp o günleri düşündüm. Bu karlı yamaçların kanlı yamaçlara dönüştüğünü. Kanın kar, karın kan olduğunu ve Nene Hatun’u düşündüm. Gencecik körpecik bir kızın, vatanını, canını, canları kurtarmak için verdiği o cesur mücadeleyi. Nene Hatun karşımda uzanıyordu. Ruhu hala gencecik, ruhu hala cesur, ama huzur içinde. Aziziye Tabyası geçmişin acılarından kanından Palandöken’in karlarıyla arınmış, büyük bir sükûnet ve dinginlik içindeydi artık. Nene Hatun’a duamızı edip, onun huzurunda, duyduğu huzurdan bir parça nasiplenip tekrar yollara düşüyoruz.


Nene Hatun'un mezarının hemen yanı başında alabildiğine uzanan karlarla kaplı düzlük


Tabyalar


Sanırım anıt mezarın en hüzünlü yeri buydu... Soğuk değil, bu manzara içimizi acıttı.


Henüz körpecik bir genç kızken, cesareti ile tarihe geçen Nene Hatun'un huzur dolu mezarı

Yol boyunca yine Palandöken’e bakıyorum. Şefkat dolu bir ana gibi, kollarıyla sarıp sarmalamış Erzurum’u. Sanki Palandöken’i Erzurum’dan alıversen, Erzurum’un bir yanı boş kalacak, Erzurum yarım kalacak, Erzurum’un canından can kopacak… Erzurum bembeyaz karlar içinde güzel. Tıpkı bütün gelinlerin beyaz gelinlikle güzel olduğu gibi…


Çifte Minareli Medrese

Ben bu düşüncelere dalmış gitmişken, aracımız sıradaki durağımız olan Çifte Minareli Medrese’ye çoktan yanaşmış. Bu medresenin Alaeddin Keykubat’ın kızı Hüdavent Hatun tarafından yaptırıldığı sanılıyor. Restorasyonda olduğundan sadece dışından fotoğraf çekebiliyoruz. Şehrin ortasında göğe uzanmak isteyip de uzanamayan bir çocuğun kollarını andırıyor bu minareler. Yarım kalmış bir isteği çağrıştırıyor bana. Rehberimiz gerçekten de Çifte Minareli Medrese’nin aslında yarım kalmış bir eser olduğunu  anlatıyor. Rivayete göre, minarelerde çalışan çırak zaman içinde ustasını maharetiyle geçer  ve günlerden bir gün ustasından su ister. Bir çırak haliyle su isteyemez ustasından ve istenen suyun aslında bir meydan okuma, hatta bir üstünlük ilanı olduğu açıktır. Usta ise bunu kendine yediremez ve “Usta idim oldum şegirt, al destiyi suya seğirt”  diyerek kendini bu minarelerden aşağı bırakıverir. 


Ustanın yaptığı rivayet edilen minaredeki Selçukluların sembolü olan çift başlı kartal işlemesi

Gerçekten böyle acıklı bir hikayeden dolayı mı boynu bükük kalmış yoksa savaş, parasızlık gibi daha realist nedenlerle mi yarım kalmış bilinmez, medresenin bir minaresi diğerinden farklı. Soldakinin üzerinde Selçukluların simgesi olan kartal büyük bir özenle işlenmiş ve net bir şekilde görülebilirken, diğer minarede bu işlemeyi görmek olanaksız. İşte bu nedenle bu medresenin yarım kaldığına inanılıyor. Yarım bile kalmış olsa, etrafını saran sözde modern beton yığınlarının bütün estetik yoksunluğu arasında, bu minareler, ta yıllar öncesinden gelen rafine bir estetik anlayışının en güzel örneği olarak dimdik karşımızda duruyor.

Yine yollara düşme vakti. Ama yolumuz uzun değil. Erzurum’da görülecek yerler aslında yürüme mesafesinde. En azından bizim turumuzdakiler... Biraz ileride Üç Kümbetler’e doğru yol alıyoruz. Yolda ilerlerken geçtiğimiz sokaklarda eski ama renkli, modernliğin kasvetli griliğe isyan edercesine cıvıl cıvıl renklere bezenmiş birkaç ev görüyoruz. Evlerin resmini çekerken, Erzurumlu bir minik yanıma yaklaşıp ne yaptığımı soruyor. “Fotoğraf çekiyorum, seni de çekeyim” diyorum. Hemen bana poz veriyor ve turumun en güzel fotoğraflarından birini veriyor.


Erzurum'un griliğe direnen rengarenk evleri


Her şey bir "merhaba" ile başlar... Sıcacık bir merhaba ile karşıladı bu dost beni...

İleride Üç Kümbetler yavaştan görünüyor. Beyaz bir pasta kremasının üstüne kondurulmuş, şekerden yapılma üç minik eve benziyorlar. Oysa kümbet, anıt mezar demek. Yani karşımdaki manzaranın iştah açan, leziz bir tarafı yok aslında. Ama hiçbir mezar bu denli güzel gelmemişti gözüme. Ne yazık ki bu görüntü, kümbetlerin hemen arkasına yapılan ve bu canım eserlerin bütün siluetini bozan betonarme evlerle kirleniyor. Hemen arkadaki bu evler, kümbetlerin beni alıp götürdüğü o mistik zamanlardan günümüzün hoyratlığına beni geri çekiyor.


Üç Kümbetler


Üç Kümbet'e nazır bir gezgin


Geldik o kadar, poz vermeden olmaz

Anadolu’daki en güzel anıt mezar örneklerinden biri olan bu üç yapının en büyüğünün Emir Saltuk’a ait olduğu ve 12. yüzyıl zamanlarında yapıldığı sanılıyor. Erzurum’a yolunuz düşerse Üç Kümbetler’e uğramadan ve bu mistik görüntünün keyfini çıkarmadan dönmeyin derim.

Geriye son birkaç durak kaldı. Önce Yakutiye Medresesi’ne uğrayacak, sonra ise turun beni en heyecanlandıran kısmına yani Erzurum Kongresi Binası’na gideceğiz. Arından da karnımızı Erzurum’un en eski Cağ kebapçısında doyurup, Taşhan’da alışverişe başlayacağız. Vakit kalırsa da Arkeoloji Müzesi’nde Türkiye’nin tek mamut kalıntısını görmeye gideceğiz.


Yakutiye Medresesi


Yakutiye Medresesi'nin en güzel ayrıntılarından biri olan minaresi

Yakutiye Medresesi denilince ben aslında hayli küçük bir yapı beklemiştim niyeyse... Oysa karşımda hayli şaşalı bir yapı yükseliyor. Özellikle kapısındaki mukarnas bezemeler ve hemen yanı başında yükselen minaresindeki gösterişli işlemeler medreseye bir huşu katıyor. İçeri girdiğimizde ise benim en çok dikkatimi çeken tavandaki ayrıntılar oluyor. Bu tavan da yine mukarnas kubbe şeklinde tasarlanmış. İslam mimarisine has bu stil, binaya ayrı bir dinginlik katıyor. Gözümü tavandan aldığımda genişçe bir avluda olduğumu fark ediyorum. Solda Erzurum’daki günlük hayattan bir mizansen, sağda ise medrese hayatından bir mizansenin konulduğu bölümler var. Ama benim ilgimi çeken bunların hemen sağ ve sol taraflarında yer alan, ancak ufak bir çocuğun dik durup geçebileceği en fazla 1 metre yüksekliğindeki kapılar oluyor. Eskiler epey alim epey ermiş insanlar mıymış yoksa biz mi bazı şeylerden yoksun kaldık bilmiyorum. Zira bu kapılar, ilmin önünde herkesin eğilmesi gerektiği düşüncesiyle bu kadar alçak yapılmış. İnsan haliyle günümüzde öğretmen döven öğrencileri düşününce, şunlardan her liseye birer tane kondurmalı demeden edemiyor.


Yakutiye Medresesi'nin içindeki her liseye şart dediğim kapılardan biri


Yakutiye'nin mukarnas işlemeli kapısı önünde dizilmiş bloggerlar/gezginler


Mukarnas işleme dediğim işte böyle bir şey

Sırada Ulu Önder'in Erzurum Kongresi’ni düzenleyerek milli mücadeleyi şaha kaldırdığı Erzurum Kongre Binası var. Şirin küçük bir bina karşılıyor bizi. Atatürk bize mağrur bakışlarıyla hoş geldin dercesine selamlıyor sanki. İçeride kocaman avizeler ile süslü bir salondan geçip üst kata çıkıyoruz. Minicik bir sınıf burası. Bana ilkokulumu hatırlatıyor. Cilalı, ahşap eski sıralardan var ve her bir sıranın üstünde katılımcıların isimleri. Öğretmen masasında ise Mustafa Kemal’in adı yazıyor. Neler konuşuldu burada diye düşünüyorum. Buraya gelmek bile ne büyük bir cesaret olmalı. O yıllarda, onca baskıya rağmen, can korkusuna rağmen, buraya gelmek. Vatanı kurtarmak için ufacık bir sınıfta birleşmek. Topu topu 62 kişiyle koca dünya uluslarının mağlup edileceği koca bir milli mücadele başlatmak. İçim titriyor. Her biri keşke şimdi karşımda olsa, tek tek öpsem ellerini diyorum. Tek tek teşekkür etsem.


Erzurum Kongre Binası'nın dış cephesi


Hemen girişteki avizeli salon


Üst katta yer alan sınıf





Artık bu yorgun ayakları dinlendirme ve Erzurum’un meşhur cağ kebabının tadına bakma zamanı. Gerçi bu gezgin, vejetaryen olduğu için ancak uzaktan fotoğrafını çekmekle yetinecek ama olsun. Erzurum’un en eski cağ kebapçılarından birinde soluğu alıyoruz. Bozulmamış ender yerlerden biri. Ahşap kaplı bir aile salonuna alınıyoruz. Odanın ortasında beni çocukluk günlerime götüren kuzineli bir soba yer alıyor. Hani şu içine patates atıp, yemek yaptıklarınızdan. Mekan cağ kebabı mekanı olduğu için, ikram edilen acıka, salata ve süzme yoğurt haricinde başka bir yiyecek alternatifi yok. Ama ben lavaş ve süzme yoğurtlar ile karnımı güzelce doyuruyorum yine.


Soba bulmuşken ısınmamak olmaz


Erzurum'un en eski cağ kebapçısı Koç Kebap

Az sonra kuzineden yeni çıkardıkları patatesleri sürpriz yumurta gibi sarılmış önüme getiriyorlar. Bundan güzel bir sürpriz olamaz hakikaten. Eskiden annem sokakta yufka açarken, biz de küllerin arasına bu patatesleri koyup pişirirdik. Külde pişen patates gibisi yoktur. Ona en yakın lezzet de işte bu kuzinede pişen patatestir. Tadını en gurme yemeklere değişmem. Afiyetle patatesleri de hüpletiyorum. E bunun üzerine bir tatlı gider. Erzurum kadayıf dolmasıyla meşhur. Kadayıf ile aram hep limoni olmuştur. Kendisini hiçbir zaman tatlıdan saymamıştım. Ta ki kadayıf dolmasının tadına bakıncaya dek! Erzurum’a yolunuz düşerse, siz siz olun birkaç tane de benim için yiyin.


Meşhur kadayıf dolması

Taşhan ve Arkeoloji Müzesi’ne çok vakit kalmıyor. Taşhan’ı şöyle bir gezip ertesi güne bırakıyor ve otelimize dönmeye karar veriyoruz. Çünkü akşam bizi çok heyecanlı bir etkinlik bekliyor. Çocukluğumdan beri belki de ilk kez karda kızağa bineceğiz.

Vardığımızda görüyoruz ki Xanadu Snow White, bizim için çoktan kızakları hazırlamış bile. Hemen üstümüzü değiştirip kızaklarımızı yüklenip telesiyej ile tepeye tırmanıyoruz. Çocukken poşetle karda kaymaya bile korkan ben, kızakla nasıl kayacağım şaibeli. Üstüne üstlük yükseklik korkum var ve yokuş çok ama çok yüksek görünüyor gözüme. Ekip kararlı, ne yapacak yapacaklar, beni o yokuştan atacaklar. Velhasıl gözlerimi kapatıp kızak arkadaşım Erdem Gürses ile birlikte salıyoruz kendimizi yokuştan aşağı.



Kızak dediğiniz şey öyle bisiklet kullanmaya benzemiyor. Ayaklarımızla fren yapmaya çalışıyoruz ama nafile. İlerideki tahta çitler mi bize yaklaşıyor, biz mi onlara ışık hızıyla ilerliyoruz bilmiyorum, ama son anda yaptığım bir hamle ile çitlere kafayı geçirmekten kılpayı kurtulup yola devam ediyoruz. İkinci defada bu kadar şanslı değiliz. Kızakla beraber karga tulumba kapaklanıyoruz karların üstüne. Kızak bir yana uçuyor, biz bir yana... Gülmekten kalkabilsek, yola devam edeceğiz aslında. Ama pes etmek yok. Karnımıza gülmekten ağrılar gire gire, kızağa son bir gayretle binip parkuru tek parça halinde tamamlamayı başarıyoruz.



Apre Ski’de bizi Xanadu’nun ikramı olan sıcak şaraplar ve keyifli bir sohbet bekliyor. Bir de kayaklara yerleştirilmiş, fondip yapılmayı bekleyen 3 shot B-52. Koyu bir sohbetin ardından odalarımıza geçip akşam yemeğine hazırlanıyoruz. Akşam Xanadu Otel’in, Gezimanya kurucusu Tuğçe için yaptığı sürpriz doğum günü kutlaması ve kayakçıların meşaleli gösterisi ile daha da şenleniyor. Bedenlerimiz yorgun ama yüzümüzde bir gülümse ile odalara dağılıyoruz. Ertesi gün bazılarımız kayak yapmak için Xanadu’nun bembeyaz karlarıyla kaplı pistlerini arşınlarken, kimilerimiz tekrar şehre inip Arkeoloji Müzesi ve Taşhan’ı ziyaret edecek. Ben tercihimi ikinciden yana kullanıyorum. E ne demiştim, tropik bir gezgini, kış tatiline alıştırmak öyle kolay olmuyor.


Kayaktan da shot içtim ya, daha da iflah olmam

Yine de Erzurum bu 2 günde bana çok güzel anlar yaşattı. Ertesi gün neler getirecek sabırsızlanıyorum. Ama bildiğim bir şey var. Anadolu’nun neresine giderseniz gidin, sizi evinizdeymiş gibi rahat hissettiren, oraya aitmişsiniz gibi size candan yaklaşan insanlar sayesinde, hiçbir seyahatinizin kötü geçmesi mümkün değil. Bir ufacık gözde pişmiş patates bile bir seyahati unutulmaz kılabilir.
 
 
 *Beni kırmayıp defalarca farklı farklı pozlarımı çeken ve kendi çektikleri fotoğrafları hiç düşünmeden paylaşan sevgili Evrim Vural, Gezgin Kutubalığı (Pınar Bulut), Ufuk Akkuş, Erdem Gürses, Gürhan Kara ve Gezimanya'ya çok teşekkürler... document.write("");