Geçtiğimiz hafta sonu hem vizesiz olması dolayısıyla tercih edilen ülkelerden biri olan hem de daha önceden okuyup çok beğendiğimden Arnavutluk’a gitmeye karar verdik. Ancak bu seyahatin bana 2 kilo aldıracağından henüz haberim yoktu :). Uçağımız İstanbul AtatürkHavalimanı’ndan Tiran Ulusal Havalimanı’naydı.
Tiran’a Türk Hava Yolları ile haftanın her günü biri sabah biri akşam olmak üzere 2 sefer var, yolculuk yaklaşık 1 buçuk saat sürüyor. Ben işten çıkıp gittiğimden akşam uçağına bindim ve 1 buçuk saat sonra Tiran Havaalanı’ndaydım.
Havaalanında bizi rehberimiz Erkan karşıladı. Kendisi Arnavut, ama adı niye Erkan? Çünkü Erkan’ın halası senelerce İzmir’de yaşamış, Türkleri çok seviyormuş ve bu yüzden de yeğenine bir Türk ismi vermek istemiş :).
Havaalanından Tiran’ın ana caddesi Deshmoret e Kombit Bulvarı üzerinde bulunan Rogner HotelTirana’ya varıyoruz. Bu bulvarın adının anlamı “Ulus Şehitleri Bulvarı”. Akşam olduğu için bugün bir yeri gezmeyeceğiz.
Otelimiz çok temiz, çok merkezi ve çalışanları çok ilgili. Herkes güler yüzlü. Odamıza yerleşiyoruz ve daha sonra bizim için hazırlanmış olan balkabağı çorbası, balık ve yanındaki sebzelerle karnımızı doyurduktan sonra üzerine bir de nefis tiramisu yiyoruz. Yemekten sonra ertesi güne zinde uyanmak için odamıza çekilip yumuşacık yastıklarımıza kafamızı koyuyor ve uykuya dalıyoruz.
Sabah Deshmoret e Kombit Bulvarı’nda bulunan otelimizden çıkarak arabaya biniyoruz ve yolculuğumuza başlıyoruz. Savaşta kaybedilen şehitleri anmak için bulvara Ulus Şehitleri Bulvarı anlamına gelen bu isim verilmiş. Rehberimizin anlattığına göre komünist rejim zamanında bu ülke çok zor günler geçirmiş. Bu dönemde etraftaki binalar hep gri siyah ya da beyazmış. Başbakan soğuk olan her şeyi yıktırmış ve yerine rengârenk binalar yatırmış. Daha önceden burada bulunan binaların bazılarını da boyatmış, her yeri ağaçlandırmış. Siz de giderseniz göreceksiniz ki Arnavutluk gerçekten yemyeşil bir ülke. Başbakanın bu girişimlerinde sanatçı olmasının da payı var tabii ki. Kendisi ressammış.
Komünist rejim zamanında kimsenin kendine özel malı, arsası yokmuş. Bu rejim sonlanınca yavaş yavaş ticaret yapılmaya başlanmış ve tahmin edin ticaret Arnavutluk ile ilk kimin arasında başlamış? Tabii ki Türkler. Bugün Arnavutluk’un iyi halli aileleri komünist rejimden sonra Türkler ile sakız ticareti yaparak kazanmış paralarını.
Yolda giderken ara sıra taş evler görüyoruz. Bu evler eskiden kalan evlerdenmiş ve rehberimiz içlerinin Türk evleri ile neredeyse aynı olduğundan bahsetti. Söylediğine göre burada en sevilen yemek de börekmiş. Biz gezinin ilerleyen zamanlarında börek tatmak isteyip en iyisini nerede yiyebileceğimizi sorduğumuzda gerçek böreğin evlerde yapıldığını, restoranlar ya da pastanelerdeki böreğin gerçeği kadar güzel olmadığından bahsetti. Evlerde ayda bir veya özel günlerde yapılan börekten deneme şansımız oldu mu peki? Evet, oldu ama nasıl olduğunu ileride öğreneceksiniz :).
Ve 2 saatin sonunda heyecanla beklediğimiz şehre geliyoruz: Berat. Osmanlı mimarisinin en iyi korunduğu yerlerden biri olan Berat şehri, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde bulunuyor.
Buraya geliş yolu yeşillikler içinde bir yol, Arnavutluk’un her yeri gibi. Sağda ve solda genelde mısır tarlaları var. Aynı zamanda bizde mesela bir Ege Bölgesi’nde araba ile yolculuk yaparken sağda solda yol kenarında gördüğümüz kızılcık şerbeti, kavun, karpuz, domates vs. satanlar var ya? İşte onun karpuz versiyonu burada da var :).
Berat’a giriyoruz ve yavaş yavaş yukarı çıkarak Berat Kalesi’ne varıyoruz.
Kale’nin girişi 100 lek. Kale tarihten günümüze kadar birçok defa yeniden yapılmış. Bilgilere göre aslında MÖ 200 yılında burada duvarlar varmış ancak Romalıların yıkımına uğramış. 5. yüzyılda ise Roma İmparatoru Theodosius 2 tarafından Balkanlardaki saldırılardan korunmak amaçlı bu duvarlar güçlendirilmiş. İmparator Justinian döneminde de değişikliğe uğrayan surlar en son 13. yüzyılda tekrardan inşa edilmiş. Şu anki surların tarihi 13. yüzyıla kadar uzanıyor ve kalenin içinde Bizans’tan kalan kiliseler ve Osmanlı’dan kalan camiler var. Şu anda kalenin o dönemlerdeki halini bulmak tabii ki imkânsız ancak Arnavutluk’a gelirseniz burayı mutlaka ziyaret etmenizi öneriyorum. Rehberimizin anlattığına göre burası hakkında aldıkları bilgiler Osmanlı arşivlerinden bilgilermiş. Daha öncesine dair yazılı belge bulamamışlar.
Kale’nin içinde güzel yollardan ilerleyerek Onufri Müzesi’ne ulaşıyoruz. Burada Aziz Mary’nin Göğe Yükselmesi Katedrali bulunuyor (Assumption of Saint Mary). Bu katedral, şehirdeki Bizans mimarisinin en güzel örneklerinden biri.
Katedral, Onufri Ulusal İkonografik Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor. Berat’taki farklı kiliselerden en önlü Arnavutluk sanatçılarının ikonları toplanıp bu Ortodoks kilisesine getirilmiş. Burasının içi gerçekten harika. Ahşap işçiliği mükemmel, eskiden bu ahşaplardan bazılarının üzeri altın boyalıymış ancak şu anda çok belli olmuyor. Ahşap işçiliği ile 15 sene uğraşılmış. Burada fotoğraf çekmek yasak olduğu için maalesef içindeki güzel ikonları ve ahşap işçiliğini gösteremiyorum. Rehberimiz bize biraz Ortodoks geleneklerinden ve Katolikler ile farklarından bahsediyor. Mesela Ortodokslarda ikonalarda Meryem uyur halde gösterilirmiş ancak Katoliklerde Meryem ölmüş ve göğe yükselmiş şekilde resmedilirmiş.
Kilisenin adını aldığı Onufri’den bahsedeyim biraz. Onufri, Ortodoks bir ikon ressamı. Bizans sonrası ve Venedik etkileri resimlerinde görülüyor. 16. yüzyılın başlarında Berat’ta doğduğu tahmin ediliyor. Onufri’nin resimlerindeki bir özelliği, Ortodoks inancına ters düşüyor aslında çünkü kendisi resimlerinde yüzleri çok detaylı yapıyor. Kişileri resimlerinde çok gerçekçi bir şekilde yansıtıyor. Zamanının kurallarını da bu şekilde yıkıyor. İkonlarda pembe rengini kullanan ilk ressam aynı zamanda. Siz de Onufri’nin muhteşem detayları olan ikonlarını buraya gelirseniz görebilirsiniz.
Daha sonra buradan çıkıp kalenin içinde yürürken bir teyze yolumuzu kesiyor ve bizi evine davet ediyor. Adı Violeta. Bize kendi yaptığı erik ve karpuz reçellerinden bize ikram ettikten sonra yanına bir de Türk kahvesi yapıyor. Burada fark ettiğim bir şey var, şekersiz de isteseniz sanki Arnavutluk’taki kahveler biraz şekerli geliyor. Ya da bana mı öyle geldi, bilmiyorum. Violeta’nın güzel bahçesinde biraz oturduktan sonra buradan çıkıp kalenin yukarılarına doğru ilerliyoruz.
İlerlerken tatlı dar sokaklardan geçiyoruz.
Burada sağda solda meyve satanlar var. Bir de su satıyorlar. Hava o kadar sıcak ki meyve ile su satmak çok mantıklı olmuş burada diye düşünüyorum. Bir de ara ara duvarlarda buradakilerin el emeği ile yaptığı nakış işlerini görüyoruz. Tarihî doku ile o kadar uyumlular ki insanın fotoğraf çekesi geliyor :).
Yukarı çıkarken harika manzaralar ile karşılaşıyoruz. Henüz en üst noktasına gelmemiş olmamıza rağmen arada durup fotoğraflar çekiyoruz, çünkü çekilmeyecek gibi değil. Rehberimiz “Daha iyi bira manzaraya gidiyoruz” dese de inanmıyoruz, çünkü buradan daha iyi manzara nasıl olabilir?
Yine de rehberimize güveniyoruz ve işte: Tepeden muhteşem Berat!
Kalenin en üst noktasından bakarken rehberimiz bilgi vermeye devam ediyor. Sol taraf Müslüman tarafı yani Mangalem, sağ taraf ise Hristiyanların yaşadığı taraf yani Goritza imiş.
Aralarında da bir köprü var. Bu iki farklı dine inananların günümüzde nasıl anlaşıklarını soruyoruz ve anlatılana göre hem Müslümanlar hem de Hristiyanlar birbirlerinin dinlerine çok saygılılarmış. Dini bayramlarda, ya da cenazelerde iki taraf buluşup beraber sevinir beraber üzülürlermiş. Ramazan Bayramı’nda Hristiyanlar evlerinde yemekler yapıp Müslümanlara getirirler, Noel ya da Paskalya’da da aynı şekilde Müslümanlar Hristiyanlara yemekler yapar götürürlermiş.
Güzel Berat Kalesi’ni gezdikten sonra çok yoruluyoruz ve artık bir yemeğin vakti geldi, ama ne yemek… Arnavutluk’ta sadece 2 günde yediklerimden sayfalarca yazı çıkabilir. Muhteşem Arnavutluk yemekleri için ilk durağımız Desaret. Burada yediğimiz her şey o kadar güzel ki! Önce herkese birer salata geliyor. Cevizli, nar ekşili, susamlı ve peynirli bu salata tek başına zaten bir öğün.
Daha sonra ballı kızartılmış peynirler geliyor ve üstüne imambayıldı geliyor. Tam bu noktada “Oh be ana yemeğe geçtik” diye düşünüyorum. Ama hayır, Arnavutluk çatlatana kadar sizi yedirten bir ülke :).
Muhteşem soslu bir rosto ile yanında patates püresi geliyor. Tamam diyorum, bu son herhalde.
Dememe kalmıyor ve pirzola geliyor. Bitmedi, içi mozarella dolgulu tavuk geliyor. Tam gözlerimden yaşlar dökülmeye başlayacakken tatlının geldiğini görüp rahatlıyorum. Üstüne bir de kahve içip kapıdan zar zor çıkıyorum.
Restorandan çıktıktan sonra yediklerimizi biraz olsun eritelim diye Berat’ın içinde dolanmaya başlıyoruz. Burada Berat Hünkâr Camisi’ni görüyoruz ancak restorasyonda. Kapısı açık olduğundan hızlıca içini gezme şansımız oluyor. Burada tavandaki süsleme çok güzel. Göz şeklindeki süsleme rehberimizin söylediğine göre Allah’ın gözüymüş.
Buradan biraz ileride Halveti Tekkesi var.
Burası da aslında restorasyonda olmasına rağmen çalışan işçilerden biri kapıyı bizim için açıyor ve içini görme fırsatı elde ediyoruz. Arnavutlardaki en güzel dekorasyonlu tekke burasıymış. En güzel dekorasyonlu cami ise Ethem Bey Cami imiş. Kalenin en üst noktasından gördüğümüz şehrin içinde, Müslüman tarafındayız şu anda.
Burada dikkatimi çeken bir şey yerdeki beyaz taşlar oluyor. Rehberimizin anlattığına göre zamanında bu beyaz taşlar takip edilerek yollar daha kolay bulunuyormuş.
Bu kısa yürüyüşten sonra arabamıza binerek Durres’e gitmek üzere yola çıkıyoruz. Ülkenin Tiran’dan sonra en büyük şehri olan Durres bir sahil şehri. Aslında burada gezilecek amfi tiyatro, Kral Zog Villası gibi güzel yerler var ancak biz baya yorgunuz. Bu yüzden buranın en güzel otellerinden otel PremiumBeach Hotel’in sahiline giriyoruz. Koskocaman bir sahili olan otel tertemiz, çalışanlar çok ilgili. Otelde soğuk kahvelerimizi içip dinlenirken güneş yavaş yavaş batmaya başlıyor ve artık bizim de buradan kalkıp akşam yemeğine gitme vaktimiz geliyor.
Demiştim ya Arnavutluk’ta sadece yediklerimi sayfalarca yazabilirim diye, işte onun bir kanıtı adeta bu akşam yemeği. Yine servisin hiç durmadığı, karnım çok tok olsa bile yemeği bırakamadım bir andayız bu restoranda. Tiran’da otelimizin hemen yakınında yer alan “Restorant Piceri ERA Vila” muhteşem mimarisiyle bakanların bir daha dönüp baktığı bir yer. En üst katında kocaman bir terası ve harika atmosferi olan bu restoranın yemekleri de çok güzel.
Öncelikle masaya salata, yanında sosuyla kızarmış sebzeler, mozarella ve domates, humus yanında pide ve dolmalar geliyor. Ardından Arnavutluk’a geldiğinizde mutlaka tatmanız gereken bir lezzet olan Elbasan tava geliyor. Daha sonra adının “fergese” olduğunu öğrendiğimiz, benim biraz menemene benzettiğim bir yemek geliyor ve sonra bıldırcın…
Fiyatını merak edip bıldırcına bakalım diyoruz ancak menüde bulamayınca soruyoruz, anlaşılıyor ki bıldırcının menüde yazmamasının sebebi günlük belli bir sayıda getirtilmesiymiş. Avcılar günlük olarak bıldırcını avlayıp kaç tane isteniyorsa getiriyorlarmış. Üstüne de trileçe, panna cotta ve sütlaç yiyoruz. Trileçenin Arnavutluk’ta çok güzel yapıldığı söylenirdi ve kesinlikle bunu söyleyenler haklıymış. Ama sütlaç… Bizi şaşırtan sütlaç oldu. Bir sütlaç ne kadar iyi olabilirse o kadar iyiydi. Siz de Tiran’a gelirseniz burada yemenizi tavsiye ederim. Ve böylece bu günü de kapatmış oluyoruz.
Yarın Tiran’ın içini gezeceğiz ve sonra Kruje’ye gideceğiz.