Bu kez bambaşka bir amaçla yollardayım. Barok Müzik Festivali için Malta’nın başkenti Valletta’ya gidiyorum. (Barok Müzik hakkında ilgi duyanlar için kısaca bilgi yazımın sonunda yer alıyor ancak Valletta şehrinin güzellikleri arasında anlatacağım 1. geceki konser salonu tiyatronun o akşamki ihtişamını mutlaka okumanızı ve fotoğrafları görmenizi isterim.)
Geçmiş zaman olur ki derler, ben de tarihi, kültürel ve doğal güzellikleriyle Akdeniz’in ortasında, Sicilya’nın az ötesindeki küçük ülke, cennet ada Malta'ya giderken düşünüyorum… Osmanlı donanması adayı ele geçirseydi acaba dünya tarihi değişir miydi diye.
500 binden az nüfusu ile küçücük sevimli ülke Malta Adası'nı anlatmaya başlamadan önce bizimle, daha doğrusu Osmanlı ile olan önemini, Osmanlı'nın Malta yenilgisi hikâyesini hatırlayalım. Kısacık bahsedelim mi? (daha fazlasını merak edenler için daha fazla bilgi yazımın sonunda.) Akdeniz’in tam ortasındaki konumu nedeniyle Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz ticaretini baltalayan, stratejik olarak da oldukça önemli bir ada olan Malta’nın alınmasıyla Roma üzerinden Avrupa’ya da kapı açacağını düşünen Kanuni 1564’te sefer kararı alır. Öte yanda Osmanlı'nın adayı ele geçirdiği takdirde Avrupa'ya adım adım yaklaşacağından endişe duyan Avrupa Kralları adaya her türlü desteğe hazırdır. Nitekim Osmanlı kuşatmasına başarıyla direnerek bu büyük ve güçlü orduyu yenilgiye uğratan Jean de La Valletta komutasındaki şövalyelere, bu başarıları nedeniyle yüklü miktarlarda maddi destek sağlarlar. İşte bu güçlü destek sayesinde Jan Şövalyeleri 16. yüzyılda yapılabilecek en güzel şehir planlamasını yaparak, yarımadayı çepeçevre dolanan surlar içinde yeni başkent Valletta şehrini yaratırlar. Birbirini dik kesen sokakları ile belki de yüzyıllar sonra New York şehrine bile örnek olacak olan plan, şehir surlar, yüksek duvarlar ve burçları ile halen Avrupa'nın 16. yüzyıllardan bugüne en iyi korunmuş şehri.
Akdeniz’in sımsıcak güneşi ile ısınıp, lacivert sularında serinleyen küçücük ama hem coğrafi konumu hem de stratejik açıdan büyük önem taşıyan, dünyanın tüm karmaşasından uzakta, sıcakkanlı, neşeli, eğlenmeyi seven insanların yaşadığı bu küçücük ülke birbirinden oldukça farklı 5 adadan oluşmakta.
Malta, Gozo ve iki adanın arasındaki küçük Comino adaları, ayrıca Cominotto ve Filfla adlı iki de ıssız ada. Ana ada Malta, kilometrekareye düşen kişi sayısı bakımından yeryüzünün nüfus yoğunluğu en fazla olan bölgesi iken kişi başına düşen yıllık gelir olarak ise hayli zengin [ kişi başına düşen yıllık gelir 33,200 $ hiç fena değil, ne dersiniz : ) ]
En büyük ada Malta; Barok binaları, Arap mimarisi etkisi altındaki cumbalı tarihi evleri, mimari ve arkeolojisi ile sizi sımsıkı kucaklarken, asırlık kalın duvarlı surların, katedrallerin ve kalelerin tarih kokusu içinize işleyecek. Uzun yıllar İngiltere'ye bağımlı kalan adada İngilizlerden esintiler halen görülmekte, örneğin trafik soldan, araçlar ise sağdan direksiyonlu.
Resmi dilleri, Magrip Arapçası'nın bir lehçesi, Sami dillerinden “Maltaca” ya da "Malti" dili içinde çok sayıda İngilizce (İtalyanca ve Arapça olduğu kadar) kelimeler barındırıyor. Halk çok iyi İngilizce konuştuğu gibi tüm Avrupa’nın en iyi ve popüler İngilizce kurslarının da burada olduğu söylenir.
St. John şövalyelerinin uzun dönem hüküm sürdüğü adanın tarihi, birçok önemli hadiselere sahne olmuş. Uzun yıllar Roma İmparatorluğunun yönetiminden sonra Doğu Roma, Araplar, Normanlar ve bir dizi feodal beyler tarafından yönetilen Malta 1530’da Katolik kilisesine bağlı şövalye tarikatına bırakılmış.
Osmanlı galibiyeti sonrası Avrupa krallarının desteği ile iyice güçlenen şövalyeler adaya çok zengin sanat ve mimari zenginlikler miras bırakır. Fransız Şövalyeler sayesinde Napolyon’un işgali ile kısa bir süre Fransızların daha sonra ise İngiltere’nin egemenliği altında kalır. 1964 de İngiliz Uluslar Topluluğu içinde bağımsızlığını kazanan ve 1974’te cumhuriyet olan Malta, 2003 de Avrupa Birliği’ne tam üye olur.
Ülkenin ikinci büyük adası Gozo, Malta Adası'ndan oldukça farklı, Akdeniz'in masmavi suları kıyısındaki ince kumlu plajları, şipşirin balıkçı kayıkları ile tam bir Akdeniz ruhunu yansıtıyor. Yazın oldukça turist çeken adada İngilizlerin de halen yazlıkları bulunuyor. En küçük ada Comino'ya gitmedim ama bu adada tek bir ailenin yaşadığını duydum.
Malta’yı kısaca tanıdıktan sonra başşehir Valletta’dan başlayarak Malta’nın güzelliklerini dinlemeye hazır mısınız?
BAROK MÜZİK - “Ses uyumunun düzenli şekilde olmadığı, uyumsuzluklar üzerinden süregelen ve hareketin zor olduğu bir müzik türü”, Jean Jacques Rousseau'ya göre "barok müzik, armoninin ve ses uyumunun açık seçik olmadığı, zor müzik". Sadece bir müzik türüne değil, bir döneme, mimariye ve diğer pek çok kategoriye adını veren “barok” aynı zamanda Portekizce barroco “düzgün ve tam yuvarlak olmayan inciler”i anlatmakta kullanılan bir kuyumculuk terimi".
Batı klasik müziği için çok önemli bir tür olan Barok müziğin en önemli bestecileri de Johann S.Bach, A. Vivaldi, A.Corelli, Claudio Monteverdi, Jean-Plippe Rameau ve H.Purcell.
Sizleri çok fazla bunaltmadan biraz Malta – Barok Müzik Festivali’nde izlediğimiz 3 konserden kısa kısa bahsetmek isterim.
1. geceki konserimiz Malta’nın ulusal binası olan Manoel Tiyatrosu’nda (bu gerçekten müthiş Barok binayı Valletta şehir gezimiz 1. bölümünde anlatacağım) konserde dinlediğimiz eser ise Şef Gambist Jordi Savall yönetmenliğinde Barok müziğin ulaştığı en yüksek nokta “Le Concert de Nations, BACH 1079”.
2. ve 3. gece konserlerimiz, müziğin gelişiminde büyük rolü olan kilise salonlarında.
2. gece konserimiz muhteşem bir mekânda, Ta'Giezu Kilisesi’nde Abchordis Ensemble Konseri’nde Vesper şükür duaları, ilahiler dinliyoruz. Bu dualar alacakaranlık, günbatımı duaları olduğu için de konserimiz günbatımı saati 17.30’da başlıyor. Dinleyeceğimiz enstrümanlar arasında Arap kökenli Oud ve Lut’un atası sayılan ve sonradan lavtaya dönüşmüş Rönesans çalgıları da var.
3. gece Cizvit Kilisesi’nde La Cantoria Campitelli Ensemble Konseri’nde bir Rubino bestesi olan Requien dinliyoruz.
Osmanlı’nın Malta Seferi ve Yenilgisi
Rodos’ta hüküm süren St. Jean şövalyeleri, buranın Türkler tarafından 20 Ocak 1522’de fethedilmesinden sonra Malta’ya yerleşir ve 27 yıl süreyle adada hep Türk korkusu ile yaşarlar. Günün birinde Malta’nın Türklerin saldırısına maruz kalacağı bilinmekte ve Avrupa’nın dikkati ve yardımı bu bölgede tutulur. Malta’ya varıştan sonra Büyük Üstat (Şövalyelerin komutanı ve adanın hâkimi konumunda) L’Isla Adam, St. Angelo Kalesi’nin tahkimi işine başlar. Nitekim Kanuni sultan Süleyman 1564’te sefer kararı alsa da hazırlıklar çok uzun sürer ve kuşatma ancak 1565 yılında gerçekleşir.
Türk donanması 144 savaş gemisi (büyük ve küçük kadırga) ve 50 nakliye gemisinden oluşuyor ve söz konusu gemiler 40.000 civarı asker taşıyorlardı. Donanmaya Piyale Paşa, kara ordusuna ise Kızılahmedli Mustafa Paşa komuta ediyordu. Ayrıca Trablusgarp’tan hareket edecek Turgut Reis ve Cezayir’den hareket edecek Hasan Paşa’da ellerindeki birliklerle kuşatmaya dâhil olacaklardır. 1565’in Mayıs ayına gelindiğinde Osmanlı donanması 165 kalyonla adaya yaklaşırken kutsal ittifak ve St. Jean Şövalyeleri 25 kadırgayı güçlükle toplayabilmiş.