Doğa İçinde: Kamnik ve Velika Planina

Bugün rotamızda Slovenya’nın en özgün kasabalarından biri olan Kamnik ve Kamnik’e tepeden bakan yüksek yaylalardan Velika Planina var.

Kamnik, Slovenya’daki en eski kasabalardan biri. “Kamnik” adı ilk olarak 11. yüzyılda kaleme alınmış olan yazılı belgelerde geçiyor. Ljubljana ve Celje arasında önemli bir ticaret merkezi konumundaki Kamnik, Carniola Bölgesi’ndeki hatırı sayılır güç merkezlerinden biri konumundaymış hatta zamanında bölgenin başkentiymiş. Önemli ticaret yollarının kavşağında bulunan Zaprice Kalesi (Grad Zaprice) ve Küçük Kale de (Mali Grad) bölgede bulunan en önemli Orta Çağ yapıları. Orta Çağ’da kendine ait bir darphanesi olan ve soylu ailelerin de yaşadığı bu kasabanın endüstriyel anlamda gelişmesi ise 19. yüzyıla denk geliyormuş.

Kamnik Alpleri’nin de büyük bir kısmını kapsayan kasaba, Ljubljana’nın 23 kilometre kuzeydoğusunda yer alıyor.

Farklı tarihsel dönemlere tanıklık etmiş olan Orta Çağ kasabası Kamnik’te bulunan evlerin cepheleri de bunu yansıtır nitelikte. Gotik mimarinin izlerini gördüğümüz gibi, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminin de mimari yansımalarına rastladık diyebiliriz.

Kamnik'in en önemli cazibe merkezleri, göz alıcı Glavni trg Meydanı, Mali Grad (Küçük Kale), Stari Grad, Šutna isimli tarihî sokak, Frensizken Manastırı (Kapela Božjega groba) ve muhteşem antik kütüphanesi.

Kamnik, 2. Dünya Savaşı’nın ardından toplu mezar olarak da anılmaya başlamış. Biz gidemedik ama şehrin güneydoğusunda çimenlik bir alanda Cuzak Toplu Mezarı yer alıyormuş. Burada mezarı bulunan kişilerin çoğunun, 11 Mayıs 1945’te öldürülen hem sivil hem de asker Hırvat ve Sırplar olduğu söyleniyor.

Kasabanın çevresindeki başlıca ilgi çekici yerler arasındaysa Volčji Potok Arboretumu, Terme Snovik Sağlık Tesisi, ünlü Tunjice Şifa Korusu ve hayran bırakan manzarasıyla Velika Planina yüksek dağ platosu bulunuyor.

Bizim aslında Kamnik’e gelme amacımız, Avrupa’nın Alperi’ndeki “çoban kültürü”nün hâlâ hayatta olduğu birkaç sağ kalmış çoban köylerinden biri olan “Velika Planina”yı ziyaret etmek.

Kamnik-Savinja Alpleri’nin bir parçası olan bu yüksek dağ yaylasına çıkmak için bu seyahatimizde bize eşlik edecek olan rehberimiz Matej’le buluştuk. Ama ne buluşma :)… Bir önceki durağımız olan Kranska gora bölgesinde sabah erken bisiklet sürüşü ve zipline sonrası buluşma saatimize yetişmek için epey stres yaşadık. Çünkü Kamnik’ten tepeye yaylaya çıkan teleferik saat başı çalışıyor ve birini kaçırırsak burada gün batımını da kaçırabiliriz. Neyse ki arabadayken Matej’i aradık ve teleferiği 5-10 dakika bekletti, yetiştik :).

Rehberimiz Matej bir “Ultra Maraton”cu. 100-150 kilometrelik Ultra Maratonlara katılıyor. Çevredeki dağların neredeyse hepsini koşmuş :). Biz de onunla tüm gün bu yaylada trekking yapıp yayla ve bölgedeki çoban kültürünü öğreneceğiz.

Velika Planina’ya gitmek için öncelikle Kamp Alpe kamp alanının yakınındaki Kamniska BistricaVadisi’nde bulunan Alt Teleferik İstasyonu’ndan teleferiğe bindik. İlk etapta muhteşem manzara eşliğinde 1.400 metrelere kadar çıktık ve Simnoves bölgesinde yer alan Üst Teleferik İstasyonu’na ulaştık.

Buradan tekrar başka bir teleferiğe binerek bu kez açık havada 1.600 metrelere kadar çıktık. Buraya aynı zamanda popüler dağ yollarından da ulaşım bulunuyor. Özellikle yaz aylarında buraya yürüyüş yapmak çok popüler. Kış aylarındaysa burası çok tercih edilen bir kayak merkezine dönüşüyor. Yani yine Kranska gora gibi burası da yaz ve kış doğa ve doğa sporlarını sevenler için bir cazibe merkezi.

Velika Planina’ya ulaştığımız anda bizi büyüleyen sadece doğası olmuyor. Aynı zamanda bölgenin kendine has geleneksel evleri kesinlikle büyüleyici. Hepsi gri ve siyah renkli ahşap yapıda ve tek tip. Bizim yürüyüş yaptığımız yaylada toplam 37 tane ev varmış. Yaz aylarında buraya sürülerini otlatmak için çobanlar geliyormuş. Avrupa’nın en büyük çoban yerleşim yerlerinden biri bu bölge.

Bir de yayla girişinde yine bu geleneksel evler ile aynı tarz yapılmış bir tesis var. Burada günlük, haftalık ya da aylık olarak kiralama yapabiliyorsunuz. Gözlerden uzak, doğayla iç içe bir tatil isteyenlerin “işte budur” diyecekleri bir yer.

Yaylada yürüyüşümüze başlıyoruz. Evlerin çatılarında kullanılan ahşapların her bir parçasının uzunluğu bir metreymiş. Bazı evler daha koyu renk bazıları daha açık renk. Bunun sebebi ise aslında hepsi ilk yapıldığında koyu renk oluyor ama zamanla güneş ışığı aldıkça renkleri açılıyor. Yani şöyle bir bakarak hangi ev daha yeni hangi ev daha eski anlayabiliyorsunuz.

Bu evlerden birini geziyoruz. Ev yuvarlak yapıda görünse de aslında içine girdiğinizde kare planlı. Yani kare planlı olan kısım çobanların yaşadığı alan. Kare plan ile yuvarlak plan arasındaki üzeri çatı kaplı alan ise hayvanların yaşadığı bölüm.

Çobanların yaşadığı alana demir bir kapıdan geçiliyor. Bu kapı ise zamanında bu bölgeye düşen bir uçağın parçaları değerlendirilerek yapılmış. Çobanların yaşadığı alanda ahşaptan bir ranza var. Çoban alt kısımda yatıyor, misafiri geldiğinde üst kısımda ağırlıyor. İçeride yemek yapıldığında dumanı ve isi çıksın diye çatıda açılabilen küçük bir kısım var. Yine burada çobanların kullandıkları kap kacakları görüyoruz.

Bir de enteresan bir gelenek var. Buraya gelen çoban, hayvanlarını otlatıp ürünlerini almaya başlayınca kendisi burada bir peynir üretiyor. Peynirin üzerine de kendi yaptığı ahşaptan oyma damgası ile iz çıkartıyor ki ona ait olduğu anlaşılsın. Bir nevi markalama. Ardından kasabaya indiğinde bu işaretlediği peyniri aşkının bir ifadesi olarak sevdiği kadına veriyor. Kadın peyniri kabul ederse aşkları devam ediyormuş.

Burada bir de ağaç talaşlarından yapılmış çoban yağmurluğu gördük, çok enteresandı. Daha sonra tam dönüşte bölgede çobanlık yapan Andrew’un üzerinde görünce daha da etkilendik bu kültürden :).

Biraz daha yaylada yürümeye devam ettik. Evlerle aynı mimari yapıda mini bir kilise var. Burada çobanlık yapanlar biçin bu kiliseye vaaz vermek için haftada bir rahip geliyormuş.

Kilise kapalıydı içine giremedik ama dışı bile bizi etkilemeye yetti.

Ardından öğle yemeği için bölgedeki restoran olarak hizmet veren bir yerel işletmeye gittik.

Her şey doğal olduğu için tabii ki çok ama çok lezzetliydi. Özellikle de buradaki mantar çorbasına bayıldım. Genelde tabak tabak değil tencereyle servis ediyorlar. Sofraya tencere geliyor, isteyen istediği kadar alıyor.

Bu bölgedeki gezimiz bizim için tam bir doğaya kaçış oldu. Çok keyifli bir gün geçirdik. Tam dönüşümüz sırasında tekrar teleferiğe giderken bölgenin efsane çobanı Andrew ile tanıştık. İngilizce bilmese de Matej sayesinde çok güzel anlaştık. Bize bir de bölgede çobanların birbiriyle nasıl anlaştığını göstermek için elindeki boynuzu üfleyerek küçük bir şov yaptı :).

Andrew da bizimle birlikte Kamniska Bistrica Vadisi’ndeki Alt Teleferik İstasyonu’na indi. Burada Alesh’in bizi almasını beklerken hep birlikte hem kahve içtik hem sohbet ettik.

Buraya geldiğinizde dağ merasındaki hayatı öğrenebilir, süt ürünlerinin tadına bakabilir, çayırlarda yürüyüşe çıkabilir, teleferikten manzaraya hayran kalabilir, yayla evlerinin mimarisini inceleyebilir veya dağ bisikletine binerek spor yapabilirsiniz. Ama ne yaparsanız yapın bölgeye hayran kalacağınız kesin.

 

TUĞÇE YILMAZ

Yazar Hakkında

TUĞÇE YILMAZ

 Yaklaşık 15 sene Medya satın alma ve Planlama sektöründe çok uluslu şirketler ile çalıştıktan sonra kendi tutkusu olan gezi ve seyahate yönelerek Gezimanya.com’u kurmuştur.1997 - 1999 İstanbul Üni