Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarından kalma, ilk seferini 1944 yılında gerçekleştiren, en eski tren yolu hattında; filmlere, şarkılara, müzik gruplarına ilham veren Kurtalan Ekspresi’nde rüya gibi, aynı zamanda sonunun gelmesini istemediğim bir yolculuk gerçekleştirmekteyim şu anda. Türkiye’nin güneydoğu şehirlerinin en güzellerinden olan Diyarbakır’a yirmi dört saat civarı sürecek yolculuğumuz oldukça eğlenceli ve huzurlu geçecek sanırım.
Sabah saatlerinde Ankara Garı’ndan hareket eden trenimiz, sanki yoldaki karlara ve fırtınalara aldırmazcasına, hız kesmeden yoluna devam etmekte. Ara ara çalan lokomotifin düdüğü ile rayların tıkırtısı gerçekten insanlara huzur veriyor. Lokomotifin sarı ışığı, bu karanlık yollarda aydınlatıyor önümüzü. Trenin makaslardan geçerkenki sarsılışı sanki bir depremi andırıyor. Havanın eksi derecelerde bulunuşu duvarlardaki buz sarkıklarıyla birleşince anlam kazanıyor. Trenin içinde sıcacık koltuklarda dışarıdaki karları ve buz sarkıklarını izlemenin keyfini hiçbir şey veremez sanırım.
Yandan geçen trenler ile bizim trenin selamlaşması da bir o kadar samimi bir his dolduruyor insanın içine. Gecenin karanlığı karların beyazıyla birlikte bir terk edilmişlik havası katıyor etrafa. Sanki bütün dünya terk edilmiş, her yeri soğuk hava, karlar kaplamış. Bütün dünyada bir tek biz kalmışız ama yine de bir yerlere varma arzusuyla ilerliyoruz sanki. Bütün dünya ellerimin altında sanki. “Dağ başında” olarak adlandırabileceğim ve aynı zamanda bu tabiri hak eden istasyonlarda duruyoruz bazen; ne bir binen, ne de bir inen var. Hareket memurları bekliyor istasyonlarda. Bir umutla bekleyen insanları andırıyorlar bana.
Birinci gün, trenden iki saat rötarla inince kahvaltı etmek üzere, tarihi 1500’lere dayanan, Hasan Paşa Hanı’na doğru yola çıktık. Osmanlı zamanında kervansaray olarak kullanılan bu handa enfes bir kahvaltı ettik. Daha sonra Diyarbakır’ın tarihi dokularını görmek üzere Diyarbakır’ın en eski camisi olan, 1092 yılında yapımı tamamlanan Ulu Camii’ye gittik. Caminin avlusunda, eski dönemlerden kalma bir güneş saati gördük. Daha sonra Diyarbakır’ın eski sokaklarını dolaşmaya başladık. Tarih kokuyordu, daracık, samimi ve huzurlu bu sokaklar.
Sokakların bitiminde Diyarbakır Kalesi karşıladı bizi. Bu kalenin surları Çin Seddi’nden sonra yapılmış en uzun surlarıdır aynı zamanda. Bizans İmparatoru Costantinus tarafından MÖ. 349 yılında yenilenen bu surların yapılış tarihi tam olarak bilinmemekte. Surların etrafında yaptığımız kısa bir yürüyüş sonrasında Şanlıurfa’ya doğru yola koyulduk.
Şanlıurfa’ya vardığımızda ilk olarak Balıklıgöl’e gittik. Rivayete göre, İbrahim Peygamber’in ateşe atıldığında; ateşin suya, ateşin içindeki odunların da balığa dönüşmesiyle oluşan bir göldü burası. Gölün gerisinde, yaklaşık 100 metre yüksekliğinde bir tepeye, hiç bitmeyecek sandığım merdivenlerle, çıktık. Bu tepe, yine rivayete göre, İbrahim Peygamberin ateşe atıldığı tepeydi. Merdivenlerden aşağıya inerken, mağaranın içine yapılan bir kafeye oturduk. İçeride gaz lambalarından çevirmeli telefonlara kadar bir sürü geçmiş çağlardan, 1900’lü yıllardan kalma eşyalar vardı. Burada enfes bir menengiç kahvesi içtikten sonra İbrahim Peygamber’in doğduğu mağaraya girdik.
Mağara çıkışında Şanlıurfa’nın ünlü Dergah Çarşısı’nda kısa bir yürüyüş gerçekleştirdik. Bu çarşıda Mezopotamya kültürünün izlerini görmek mümkün. Çarşının ünlü baharatçılarından baharat aldıktan sonra kalacağımız konağa geldik. Bizi burada çok samimi bir şekilde karşıladılar ve kalacağımız odaya yerleşmemize yardımcı oldular.
İkinci gün, sabah yaptığımız mükemmel bir kahvaltıyla başladık güne. İlk durağımız Türkiye’nin en güneyinde bulunan noktalardan biri olan Akçakale ilçesineydi. Burası Suriye sınırının sıfır noktasında bulunan bir ilçedir. Burası Arap kültürünün en yüksek seviyelerde yaşandığı ilçelerdendir. Dükkanların ve marketlerin tabelaları çoğunlukla Arapça’ydı. Hatta bir bakkala su almaya gittiğimde, benim Türkçe konuşmama karşılık benimle Arapça konuşmuştu bakkaldaki amca. Sınıra doğru yaklaşmaya kalktığımda ise sınırda bekleyen Türk askerinin bana eliyle “buraya yaklaşma” anlamında yaptığı işaret ile nerede olduğumu tekrar anımsadım. Bu ilçe gerçekten Türkiye’den soyutlanmış gibiydi.
Bir diğer durağımız olan Harran Ovası’na doğru yola koyulduk. Yol üzerinde çok sayıda pamuk tarlası gördük. Bembeyaz pamuklar karları andırıyordu bana. Harran’a vardığımızda güneş bizi aldatmıştı ve oldukça soğuk bir hava karşılamıştı bizi. Burada ilk olarak Harran’ın ünlü kümbet evlerini gördük. Bu evler 150-200 yıl önce, Şanlıurfa’nın sıcağından korunmak maksadıyla, tepelerinde en yüksek beş metre olan kubbelerle yapılmıştır.
Burada kısa bir geziden sonra Harran Kalesi’ni dışarıdan görüp dünyanın ilk üniversitesi olan Harran Üniversitesi’ne geldik. Burası restorasyonda olduğundan buraya sadece, çevresindeki yükseltiler sayesinde, tepeden bakmakla yetindik. Aynı zamanda Harran Ovası etrafında çok sayıda hayvan vardı. Otlanmakta olan koyun ve keçileri sevdik, hindileri kovaladık, atları okşayıp develeri yakından inceledik. Kümeste bulunan civcivler de bir hayli sevimliydiler.
Daha sonra bugün için son durağımız olan Göbeklitepe’ye doğru yola çıktık. Buranın yolları biraz karışık olduğundan ve aynı zamanda bir dağın tepesinde bulunduğundan dolayı buraya gelirken bir hayli zorlandık. Zaman zaman ucu bucağı görünmeyen düzlükler içinde kaybolduk, zaman zaman araba geçmesinin mümkün olmadığı çamurlu yollara girdik ama bir şekilde vardık Göbeklitepe’ye. Şanlıurfa’nın yirmi kilometre kuzeydoğusunda bulunan Göbeklitepe dünyanın bilinen en eski tapınağı unvanına sahiptir. MÖ.10 bininci ile MÖ.9 bininci yıllar arasında yapıldığı düşünülen bu tapınak on iki bin civarı bir yaştadır. Aynı zamanda burada kazılar hâlâ devam etmektedir. Arkeologlar buradan çok daha fazla sayıda tarihi eser çıkacağından eminler neredeyse.
Buradan çıkışta konaklamak üzere kaldığımız konağa geldik. Burada bir çay eşliğinde Şanlıurfa’nın yerli halkıyla hoş muhabbetler ettik, bölge halkıyla ilgili fikir edinmiş olduk.
Üçüncü gün, sabah çok da erken sayılmayan bir saatte uyandık, giyinip kahvaltı ettikten sonra başladık gezmeye. İlk olarak Şanlıurfa’nın ünlü arkeoloji müzesine gittik. 1969 yılında ziyarete açılan bu müze, otuz dört bin metrekarelik kapalı alanıyla Türkiye’nin en büyük arkeoloji müzesi olmakla beraber Türkiye’nin en büyük müzesi unvanının da sahibi. Müzede Yontma Taş çağından Helenistik çağa kadar, kronolojik sırayla, sayılamayacak kadar tarihi eser bulunmaktadır. Bu tarihi eserlerin çoğu gezimizin ikinci gününde ziyaret ettiğimiz Göbeklitepe’den çıkarılmıştır. Her ne kadar Göbeklitepe’deki kadar olmasa da; Nevalı Çori, Akarçay Tepe, Hassek Höyük gibi yerlerden de çıkarılanlar olmuştur. Müze içerisinde tarihi eserlerle beraber ilk çağdaki yaşam hakkında fikir edinebilmemizi sağlayan balmumundan insan heykelleri ve maketler bulunmaktadır. Bu müzede beni en çok etkileyen kısım “Urfa Adamı” isimli heykel olmuştur. Bu heykel MÖ.9500’lü yıllarda Şanlıurfa’da bulunmuştur. 1,80 metre boyundaki bu heykelin en önemli özelliği insan boyutlarında yapılan ve en iyi korunarak günümüze kadar gelen ilk heykel olmasıdır.
Müzeden çıkışta bir diğer durağımız, müzenin hemen yanındaki, mozaik müzesiydi. Şanlıurfa Belediyesi’nin kanalizasyon çalışmalarında bulunan mozaikler, arkeolojik kazılar sonucu yüzeye çıkarılmıştır. Mozaiklerin bulunduğu alan, Roma döneminde inşa edilen antik Roma villalarını da içine alacak şekilde inşa edilmiştir. Müzede bulunan en önemli ve aynı zamanda beni en çok etkileyen eser ise mitolojide ismi geçen kadın savaşçı Amazonların da tasvir edildiği tek mozaiktir. Müzeden çıkışta Şanlıurfa’nın lezzetlerini tatmak üzere bir restorana gittik. Hiçbir yerde yemediğimiz kadar mükemmel kebaplarla karnımızı doyurduk. Daha sonra rotamızı güneydoğudan kuzeydoğuya doğru çevirip yola koyulduk.
Dördüncü gün, güne Erzurum’da başladık. Erzurum tahmin ettiğimden çok daha soğuktu. İlk olarak, dönemin Türkiye’si hakkında önemli kararların alındığı, 23 Temmuz 1919 ile 4 Ağustos 1919 arasında Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde gerçekleştirilen Erzurum Kongresi’nin yapıldığı binayı ziyaret ettik. Bu bina 1864 yılında inşa edilmiştir ve ilk kullanım amacı okuldur. Daha sonra Erzurum’un ünlü lezzetlerinden olan cağ kebabı yemek üzere ünlü bir kebapçıya gittik. Buradaki kebabın tadı hiçbir yerde bulunamaz sanırım.
Kebapçıdan çıkışta, Türkiye’nin en eski tren hatlarından biri olan Doğu Ekspresi'ne binmek üzere Erzurum Garı’na geldik. Burada, trenin de rötar yapmasıyla birlikte, yaklaşık iki saat bekledik. Trene bindiğimizde, yeni bir şehre gidiyor olmanın dayanılmaz mutluluğu kapladı içimi. Mükemmel dağ manzaraları karlarla birleşince anlam kazanıyordu. Bulutlar ile karların renkleri ayırt edilemez olmuştu. Aynı zamanda güneşin karlara vuruşundaki yansıma kristalleri andırıyordu. Yaklaşık dört saat süren yolculuğumuz oldukça eğlenceli geçti.
Kars’a indiğimizde gerçekten ummadığım manzaralarla karşılaşmıştım. Rus döneminden kalma inanılmaz mimari eserler karşılamıştı bizi. Gerçeği söyleyecek olursam çok şaşırmıştım çünkü Rus mimarisi Türk mimarisinden daha çok işlemişti bu şehre. Açıkçası bir an kendimi Rusya sokaklarında yürüyormuşum gibi hissetmedim değil. Bu şaşkınlık içinde Kars Kalesi’ni de uzaktan ziyaret edip konaklayacağımız otele geldik.
Beşinci gün, sabah ilk durağımız olan Ani Harabeleri’ni ziyaret ettik. Burası Ermenistan sınırında, Arpaçay Nehri yakınlarında bulunan tarihi bir alandır. Burayı çevreleyen surların iç kısmında Bagratuni Ermenilerinden Bizanslılara, Selçuklulardan Gürcülere ve son olarak Osmanlılara kadar birçok tarihi eser bulunmaktadır. Burası aynı zamanda İpek Yolu’nun üzerine kurulmuştur ve bu özelliği sayesinde önemi daha da artmıştır. 1319’da geçirdiği şiddetli depreme ve şahit olduğu sayısız savaşa rağmen, bir kısmı yıkık olsa da, ayakta kalmayı başarmıştır.
Alanda bulunan en ünlü eser ise 10. yüzyıl sonrasında inşa edilen Aziz Gregor Kilisesi’dir. Bu kilise on iki kenarlıdır ve tepesinde görkemli bir kubbesi bulunmaktadır. 1900’lü yılların başında bu kilise içerisinde bulunan anıt mezarın Bagratuni Ermenilerinden Prens Grigor Pahlavuni’ye ait olduğu düşünülüyor. Buranın içi gerçekten çok bakımsızdı. Bu mükemmel, tarihimiz için önemli olan yapının iç duvarları anlamsız yazılarla kaplıydı.
Daha sonra bir diğer durağımız olan Çıldır Gölü’ne doğru yola koyulduk. Göle vardığımızda gölün neresi olduğunu anlayamamıştık. Birkaç küçük araştırma sonucu gölün donduğunu ve üzerinin karla kaplı olduğunu gördük. Bu manzara beni adeta büyülemişti. Gölün üzeri o kadar soğuktu ki ellerimi hissedemez hale gelmiştim. Rüzgarla birlikte eksi yirmi derece civarı seyreden sıcaklık eksi kırk derece civarı hissediliyordu. Burada karla kaplı, bana sanki masaldaymışım hissi veren, bu muhteşem gölde kızaklara bağlı olan atlarla yaptığımız kısa bir gezi, hayatımda yaşadığım en güzel deneyimdi diyebileceğim sınırlı deneyimlerimdendi. Donmuş bir gölün üzerinde kızaklı at arabası kullanacağım aklımın ucundan geçmezdi. Burada aynı zamanda donmuş göl delinip balık tutuluyormuş. Buradan çıkan balıklar da bir ayrı lezzetli oluyormuş.
Çıldır Gölü’nden sonra şehir merkezine doğru yola koyulduk. Şehir merkezinde ilk yapıldığında, 940’lı yıllarda, kilise olarak kullanılan fakat günümüzde camiye dönüştürülen Kümbet Camisi’ni ziyaret ettik. Buranın ilk inşa edildiğindeki adı 12 Havariler Kilisesi’ymiş. Burası kesinlikle kilise olarak kalmalıydı, içi bir camiye hiç yakışmamıştı ve aynı zamanda diğer insanların dinlerine saygı gösterilmeliydi bence.
Bu gezi boyunca tarihimize hiç sahip çıkılmadığını fark ettim. Rus egemenliğinden kalma muhteşem mimarisi olan binaların kıraathane olarak kullanıldığını ve hatta yıkıldığını bile gördüm. Tarihi eserlerin içleri çöplerle kaplıydı çoğunlukta. Altlarında, hiçbir coğrafyada görünemeyecek kadar tarih yatan bu eserlere restorasyon yapılmalı, başıboş bırakılmamalı. Unutulmamalı ki bu tarih hepimizin tarihi.