Şeb-i Arus törenlerinin hemen arifesinde Konya’daydık. Yıllarca görmediğim Mevlana Müzesi’ni bir kez daha ziyaret etme imkanı buldum. Mevlana’yı size birçok şekilde anlatırlar. Mevlana’yı herkes kendi meşrebince yorumluyor. Kimi ona bakınca büyük bir din alimi görüyor, kimi ise bir aşık, bir filozof. Ancak ona mucizeler, kerametler yakıştıran din çevrelerinden onu Amerika’nın en sevilen şairi (şaka ya da abartı değil) ilan eden edebiyat çevrelerine kadar herkesin onda gördüğü çok değerli bir şey var. Belki bu sözleri bile bunun ne olduğunu anlamaya yeter: “İnsanda güzel olan yüzdür, yüzde güzel olan gözdür ama aslında insanı insan yapan ağzından çıkan sözdür.”
Şeb-i Arus hakka kavuşma anlamına geliyor. Mevlana’yı herkesin kendine göre anladığı gibi bu güne de herkes kendi manevi çerçevesinden değer biçiyor. Kimine göre dini bir anlam taşıyor bu manevi kavuşma, kimine göre ise felsefi. Çünkü Mevlana, aşkı hem dini bir aşk, Allah aşkı, hem de insani bir aşk olarak ifade edip yalnızca Müslümanlara değil tüm dünya insanlarının yüreğine değebilen bir kişilik. Onun aşk anlayışı dini bir bütün olarak kapsamakla kalmıyor; aynı zamanda öyle bir felsefe ifade ediyor ki aslında Müslümanlara göre Allah aşkı, diğer toplumlara göre insanlık aşkı olan manevi duyguyu bu büyük şair ve filozof insanın içinde işaret ediyor. Diyor ki: “Onu hristiyanların haçında bulmaya çalıştım ama orada değildi. Hintlilerin mabedine eski pagodalara gittim, hiç birinde en ufak izine rastlayamadım. Dağları, vadileri gezdim, ne doruklarda ne de derinlerde bulabildim onu. Mekke’ye Kabe’ye gittim orada da değildi. Alimlere, filozoflara sordum, idraklerinin ötesindeydi. Derken kalbimin içine baktım… Orada öylece durmaktaydı. O bulunabilecek başka hiç bir yerde değildi…”
2005 yılında UNESCO, Mevlevi semasını insanlığın sözlü ve soyut miraslarından ilan etti. Birleşmiş Milletler ise 2007 yılını Dünya Mevlana Yılı olarak isimlendirdi. Semazenlerinin “Mevlana”, yani “efendimiz” dediği Muhammed Celaleddin-i Rumi’yi batılılar “Rumi” ismiyle biliyor ve bugün dünyanın birçok ülkesinde onun Mesnevi’si ve kasideleri büyük beğeni, öğretileri ise büyük saygı görüyor.
Konya elbette Mevlana Müzesi’nden ibaret değil. Barok mimarili muhteşem Aziziye Camii’nden tutun da Selçuklu döneminde Türk gökbilimcilerin yıldızları nasıl çalıştığını görebileceğiniz Karatay Medresesi’ne, kayalara oyulmuş yapıları ve muhteşem restore edilmiş Aya Eleni Kilisesi’nden adeta mini bir Kapadokya olan Sille’ye, Bedesten’e, Meram’a kadar Konya’da gezip görülecek çok şey var. Ama bunların içinde “Kim olursan ol gene de gel” anlayışıyla sadece Müslümanlara değil tüm dünyaya hoşgörüyü öğreten Mevlana’nın ve onun türbesinin, içindeki el yazması eserleri ve semazenlerin yaşamlarını anlatan illustrasyonlarıyla Mevlana Müzesi’nin yeri apayrı. Şehrin tüm kalabalığı ve ziyaretin çok pahalı olmasıyla Şeb-i Aruz dönemi Konya’yı ziyaret etmek için zor bir dönem. Ancak bu zamanda görülecek törenler de size Mevlana’nın felsefesini en iyi aktaracak atmosferi vadediyor.
Toplumumuz son dönemde malum oldukça yüksek oranda kutuplaştı. Her şey siyasi yelpazenin, özellikle de din ve muhafazakarlık ekseninin yanında ya da karşısında olmak üzere kategorize ediliyor. Ancak sakın kültürel bir körlüğe kapılmayalım. Mevlana’da ister dini bir aşk görelim, ister insan aşkı, dünyanın en büyük şairlerinden biri olan bu sufi filozof bize bu toprakların mirasıdır ve çok büyük bir değerimizdir. Dindarıyla, laikiyle, muhafazakarıyla, moderniyle keşke hepimiz Mevlana’nın dediği şekilde yüreğimizi açabilmiş olsaydık. Belki de bugün daha fazla barış içinde bir toplum olurduk. Hoşgörünün atası olan bu büyük insanın yaşadığı toprağın çocukları olarak ne kadar hoşgörüsüz ve sert olduk, bilmem farkında mısınız? Biz buraya ne kadar söylediysek boş, ne demiş üstad? “Pişmişin halinden hiç anlar mı ham? Sözü kısa kesmek lazım vesselam.”