Bari’den sonra ilk durağımız; Polignano a Mare… Ayhan Sicimoğlu’nun ‘Renkler’ programı bizi bu kasabaya attı dersem yalan olmaz. Kasabadan ayrılırken de aynı onun dediği gibi ‘hastasıyız’ diyoruz, hakikaten kasabanın her köşesine bayıldık.
Polignano a Mare, prehistorik dönemden itibaren yerleşim yeri olan, çok ama çok eski bir kasabaymış. Hatta antik bir Yunan şehri bile olabileceği düşünülüyor çünkü kazılarda o döneme ait bir çok metal para bulunmuş.
Via Traiana Köprüsü, Katedrali ve tabii ki deniz kıyısı görülmesi gereken yerlerden.
Turkuaz rengi denizi gördüğümüzde kendimizden geçiyoruz, şehir kayalıkların üzerine denize paralel inanılmaz bir heybetle kurulmuş. Şehrin kurulduğu kayalıkların altında ise mağaralar var.
Bu mağaralardan biri, şehrin neredeyse yarısının sahibi olan Kontes Milani tarafından restorana çevrilmiş. Aslında hedefimiz burada yemek yemekti ama akşam 20.00'de açılıyormuş, biz de restoranın duvardaki iç mekanının resminin önünde fotoğraf çekiyoruz, çok ta eğleniyoruz.
Denemek isterseniz, La Maiolica restoranı (www.la-maiolica.it) dünyanın en ilginç restoranları listesine de girmiş. Bu arada 90 yaşında olan kontesin mirası ise üvey torunlarına kalacakmış çünkü yaşayan öz evladı ya da torunu yokmuş.
Sindire sindire dolaşmak ve o mağaraların içerisine tekne turu yapmayı çok istememize rağmen şehirde turlayıp, dut ağaçlarına dadanıyoruz.
İtalyanlar inanılmaz sevimli insanlar, yaşlı bir beyefendi hemen yanımıza gelip uzanamadığımız yerlerden bize dut topluyor, bir başkası ise kiraz getiriyor. Tek isteği ise bizimle çektirdiği resimleri adresine mektup ile yollamamız çünkü ne e-maili ne de facebooku var. Çok şekeeer…
Polignane a Mare de bulunan eskiye ait paralar buranın antik Yunan döneminde Apulia’nın Neopolis’i olduğunu kanıtlıyormuş. Via Traiana Köprüsü de Romalılardan kalma. Dolaşırken Ayhan Sicimoğlu’nun programında bahsettiği, hatta çekim yaptığı cam sanatçısı Peppino’nun dükkanına da rastlıyoruz.
Kapının ilginç şeklinden tanıyınca içeri dalıyoruz. Peppino çok şeker, Ayhan Sicimoğlu’ndan bahsedince ‘Ah o deli adam mı? diyor gülerek sesinde engelleyemediği tatlı bir muziplik ile, belli ki onu çok sevmiş’. Peppino’nun dükkanının muhteşem bir manzarası var, tepeden olduğu gibi plaja hakim, orada da birkaç resim çektikten sonra dükkandan ayrılıyoruz.
Polignane a Mare’nin ara sokaklarında duvarların üzerinde yazılmış yazılar var. Guido adındaki bir sanatçıları yazıyormuş meğer, halk bu sanatçıya saygısından her yazdığı yazıyı büyük bir dikkatle korumaya çalışıyor. Hepimiz Guido’nun yazdığı yazılardan birine bayılıyoruz, ne kadar derin ve anlamlı öyle değil mi?
‘Ne kadar korkunç bir şey yaşlanmak…ama erken ölmemek için bulduğum en iyi çare…’
Sırada Monopoli var. Heyecan ile atan kalbimizi susturmaya çalışıyoruz, yoksa çığlık çığlığa bağıracağız. Her bir kasaba arası sadece birkaç kilometre, hepsinde insanı baştan çıkaran farklı bir güzellik ile karşılaşıyoruz. Monopoli, ilk başta mağrur ve mahzun küçük bir balıkçı kasabasını çağrıştırıyor bana.
Monopoli, tarih boyunca sürekli saldırılara göğüs geren bir kasaba olmuş o yüzden de kale surları ile çevrili. İlk surların ve kalenin yapımı MÖ 500 lere kadar gidiyor. Bari, Polignano a Mare ve Monopoli sahil şeridinin anayolu olarak kullanılmış yüzyıllarca, ciddi bir askeri yol olmakla birlikte aynı zamanda köle ticareti için de maalesef kullanılmış. 1960’lardan -1990’lara kasabanın geliri İtalyan seramiklerinin yapıldığı Tognana Bölgesi ile çok zenginleşmiş, 1990’lardan sonra ise demiryolları üretimi ve turizm bölgenin ana gelirini oluşturmaya başlamış.
Şehrin daracık sokaklarında kayboluyoruz yine, güneşin batışı ile enteresan bir kızıllığa bürünen denizin karşısında birer kahve içmek tüm yorgunluğumuzu alıyor. Ara sokaklardan birinde bulduğumuz pub çok güzel bir yerde, buradan denizde kürek takımının çalışan çocuklarını, yürüyüşe çıkmış kasaba ahalisini seyrediyoruz kendimizi kaptırmış bir keyifle, hatta her birine farklı senaryolar dizerek.
Her seyahatte bazı yerler kalbinizde derin izler bırakır, bazıları ise ertesi gün silikleşir ama Monopoli kesinlikle ilk kategoride kendine vazgeçilmez bir yer ediniyor.
Bir sonraki rotamız geceyi geçireceğimiz ve İtalya’ya gelmeden önce tek ayırttığımız yer; Alberobello’da bir trullo evi. B&B Mirella’da kalacağız. Gün geceye kavuşurken anca varabiliyoruz. Pansiyonun sahibi Rosa, odamızı gösterdiğinde küçük çocuklar gibi seviniyoruz, ne kadar sevimli bir oda. Belli ki üç kişi olduğumuz için arası perde ile bölünmüş iki odalı, çatısı trullo evi çatısı olan en büyük odada biz kalıyoruz.
Rosa çok tatlı, uzun uzun kalıp onun ile gevezelik etmek istiyor insan ama açlıktan ölmek üzereyiz, Rosa bizi lokal bir restorana yolluyor, adını da mutlaka belirtmemizi istiyor. La Niccia tam beklentilerimizi karşılayacak şirin mi şirin trullo evi şeklinde yapılmış bir restoran lokallerin gittiği bir yer dolayısıyla da içeride bizden başka yabancı yok. Garsonumuz, şarabımız, seçtiğimiz yemekler harika. Yemekler gelmeden masaya mutlaka yeşil zeytin ve kurutulmuş çıtır çıtır bakla geliyor. Bakla ile çok aram yoktur ama bu şekli kuruyemiş gibi inanılmaz lezzetli.
Tek bir ana tabaktan farklı lezzetlerin tadına bakabileceğimiz bir şeyler yemek istediğimizden, Cem Yılmaz’ın ‘little little into the middle’ı gibi elimizden geldiğince garsonumuza anlatıyoruz, adam allahtan uyanık hemen anlıyor, bize de gelen tabakların içine balıklama dalmak kalıyor.
Hiçbirimiz İtalyanca bilmiyoruz ama Romencenin İtalyancaya yakınlığı acayip işimize geliyor, çok daraldığımız yerlerde İngilizce ve Fransızca ile çabalıyoruz. Gerçi vücut dili hakikaten her şeye çözüm ama bazen kahkahalara boğulmaktan onu da yapamıyoruz.
Gece restorandan ayrılıp araba ile kasabayı şöyle bir turluyoruz, burası belli ki çok ama çok özel, bir o kadar da insanın ruhuna işleyecek bir yer… Trullo evindeki yataklarımızda uykuya dalmadan önce hepimizin yüzünde kocaman bir gülümseme ve ertesi günün heyecanı var.
Bir sonraki yazı Alberobello, Locoronto
Yazı ve fotoğraflar: Banu Demir instagram; banuyollarda