Karadağ'In Pırlantası: Kotor

Kaleden çekilen bir fotoğrafını gördüğümde vuruldum Kotor’a. UNESCO’nun Kültürel Miras Listesi'ne aldığı koca şehre gitmek 2015’in sonbaharında nasip oldu. Turistik yapısından dolayı, Üsküp, Belgrad,Saraybosna, Tiran gibi çevre başkentlerden direkt seferler bulabileceğiniz kent çok çok iyi korunmuş.  Otogara iner inmez heybetiyle karşılayan St. John Kalesi, kentin fragmanı niteliğinde. İslam eserlerinin ve Osmanlı varlığının bıçak gibi kesildiği Karadağ’ın bu sahil kesimi beni oldukça şaşırtmıştı ancak 180 kilometrelik mesafeyi aktarmalarla, rötarlarla 6 saatte alabildiğiniz bu coğrafyada Türk ordularının ilerlemesi olanaksız görünüyor.

İskandinavya'daki fiyortları andıran bir görünüme sahip Kotor Körfezi’ne adını veren şehir uzun yıllar Venedikliler'e ev sahipliği yapmış. 1538 ve 1657’de Türkler tarafından kuşatılan şehir alınamasa da Kotor ve çevresi vergiye bağlanmış. Tarih boyunca Fransız, Alman, Avusturya ve İtalyan hâkimiyeti altına giren şehir, en son Yugoslavlara kalmış, birliğin dağılmasından sonra da buraların kaymağını Karadağ yer olmuş.

Kruvaziyer turizminin önemli pay sahibi olduğu Körfez çevresinde Tivat Havaalanı da oldukça işler. Lâkin siz otobüsle Kotor’a gelmek isterseniz ülkenin gelişmiş otobüs ağına https://busticket4.me/EN adresinden ulaşabilir, dilediğiniz noktadan Kotor’a bilet bulabilirsiniz.

Tarihçe ve ulaşıma değindiğime göre geçelim şehre. Güvenlik sebebiyle üçgen yapıda olan surların içindeki eski kentin bir tarafı körfez, bir tarafı dağ. Aralara da kanallar kazmışlar ki tam bir film seti. Otogar eski şehir merkezine 1, havaalanı ise yaklaşık 7 kilometre uzaklıkta. Kale içine ilerledikçe asfaltın yerini Arnavut kaldırımlar, araba gürültüsünün yerini ise turist kafilelerinin uğultusu alıyor. Kimi sokaklarının öğlen vakti bile güneş almadığı sur içinde kaybolmanız işten bile değil. Binalar ve yollar o kadar benzer ki şehrin girişinden alabileceğiniz kent planı işlevsiz kalıyor. Anlayacağınız, Kotor’u en güzel kaybolarak gezebilirsiniz.

E bir soluklanalım kale içinde bir yemek yiyelim diyorsanız sakın ha. Turistik mekân olunca fazladan bir sıfır ekleyivermişler fiyatlara. En mantıklısı kalenin dışında bulunan AVM. Hop açtık goohle haritaları: Kamelia Shopping Mall.. Aman uğraştırma beni haritalarla diyen siz üşengeçler için, kentin kuzey kapısından çıkıp 2. kanalı geçip, sola doğru 300 metre yürüyün, kime sorsanız gösterir. Pekâlâ, cami falan yok ortalarda da hemen hemen böyle ulaşıyorsunuz. Yüklendiniz nevaleyi, tüketmek için bana kalırsa en güzel yer Özgürlük Parkı. Onun içinde AVM’den devam edip anayola çıkıyorsunuz, geri dönüp ilk kanalı geçiyorsunuz, aha ilk gördüğünüz yeşillik bahsettiğim park.

Hadi kalacak yerden de bahsedeyim sonra bir şehir turu atalım. Bendeniz sur içinde konaklamayı tercih ettim. 6-10 kişilik odalarda geceliği 50 liradan başlıyor. Kaleden ne kadar uzak, o kadar ucuz. Otağı şehrin göbeğine kurunca “tüh otelde bir şey unuttum”, “vayy şarjım bitti” gibi ufak problemlere kesin çözüm. Kent ufak olunca otelinizin önünden 2-3 defa ister istemez geçiyorsunuz. Ayrıca geceleri gün içinde turist kaynayan sokaklar o kadar boş ki korku filmini aratmıyor karanlık köşeler. Bir de sabah ortaçağ kentinde gözleri açmak kale içinde konaklamanın en güzel yanları.

Fakat, madalyonun öbür yüzünde gözleri açıyorsunuz, camdan bir bakıyorsunuz hop başka duvar. Şehir oldukça sıkışık olduğundan manzara falan hak getire. Muhtemelen sabah güneşini dahi göremeyeceksiniz bu bir. İkincisi geceleri şehirde fısıldasanız bile sanki bağırıyormuşsunuz gibi geliyor. Konuşmayı hadi geçtim, sabaha kadar tık tık tık ayakkabı sesi duymanız da pek olası. Ayrıca körfezin kenarında olduğundan, taş binalar rutubet içinde.Son olarak tam da dezavantajlı sayamayacağım bir husus var ki o da çan sesi. Hele pazar vakti öğlene kadar uyurum derseniz, o iş yaş. Ülkemize gelip sabah ezanına uyanan bir de üstüne hayıflanan küffar, sanırım burada siz oluyorsunuz. Taş duvarların arasında sesler de inanılmaz yankı yapıyor, çan sesi birken üç oluyor. Pazar sabahı uykumdan uyaran çan sesini duyup, mahmurluk da üzerimdeyken “oo öğle okunuyor, geç kaldık” diye sitem eden ben, yine de bu durumu hayra yoracağım sanırım.

 

Haydi, şehri gezmeye başlayalım artık. Eski zamanlarda olduğu gibi denizden gelenler için ana giriş “Deniz Kapı”. 1555 yılında son düzenlemelerle bugünkü görünümüne kavuşan kapının önünde turist info yer alıyor. Ücretsiz haritaların yanı sıra tur şirketleriyle ilgili bilgileri de burada bulabilirsiniz. İkinci Dünya Savaşı’nda İtalyanlardan geri alınan şehrin kurtuluş günü kapının üzerine yazılmış. Ayrıca daha sonra eklenen Tito’nun “Başkasının olanı istemeyiz, bizim olandan da asla vazgeçmeyiz” vecizesi bulunuyor.

Kentin o daracık kapısı Silah Meydanı’na açılıyor. Meydana cephanelik ve saat kulesi de eşlik etmekte. Eski şehirdeki hemen hemen tüm evlerin kapitalizme yenik düşerek restoran, cafe yahut otele dönüştürülmesiyle bir Venedik’teki gibi halkın doğal halini gözlemleyemiyorsunuz. Sadece ayin vakti kiliseleri dolduran yereller ipucu sunuyor o kadar. Nüfusun %70’inin Ortodoks olduğu Kotor’da girişin 2 Euro olduğu bir Katolik Katedrali ile Sırp Patrikliğinin flamasının dalgalandığı Aziz Nikola Kilisesi gibi 3 mabet daha var.

Bunun yanı sıra eski şehirde ücretli olan Denizcilik Müzesi’ne ise giriş 4 Euro. Son olarak San Giovanni Kalesi’ne çıkarken 3 Euro ödüyorsunuz. 08.00-20.00 arası açık olan kaleye bu saatler dışında yahut kötü havalarda çıkarsanız bedava.

Şimdi efendim, kaleye hem çıkın hem de çıkmayın. En tepeye kadar dolana dolana 1350 basamak var ki bazıları da yılların getirmiş olduğu ağır yük altında oldukça aşınmış. 2 saniyede bir basamak ortalamayla 45 dakikada zirveye vardım. Zirveye varınca manzaranın tadı arttı ama nefes nefese kalınca benimki kaçtı bu sefer.

3 gün geçirdiğim Kotor’da ikinci gün baktım hava 36 derece. Bu sıcakta kale yoluna düşersek kesin mahvoluruz. Onun yerine Tivat’a gitmiştim. Kentteki son günümün sabah gözleri bir açtım. Aman yarabbi! Sel akıyor caddelerden. Ama yok o kaleye çıkılacak. Velhasıl sardık kamerayı poşetlere, başladık yürümeye. Allah’ım diyorum n’olur üzerime yıldırım neyim düşmesin. Can havliyle yaldır yaldır çıkmışım basamakları. Körfez puslu fakat güzelliğinden hiç bir şey kaybetmemiş. Fotoğraflar iyi güzel falan derken başladı bir fırtına. 20-25 dakika ciğer titreten yıldırımların dinmesini bekleyip koşar adımlarla iniyorum aşağı. Yolun yarısında suyumu sıkmak üzere bir kiliseye sığındım. Katoliklere hizmet veren “Our Lady of Remedy” şüphesiz ki şehrin en güzel yerinde inşa edilmiş. Mealen Şifamız Olan Leydimiz gibi bir şey sanırım. İçerisine kısa bir göz attıktan sonra biraz önce kaçtığım yıldırım hızıyla hostele varıyorum. Varmalıyım ki check-out’a kalmış 15 dakika.

Hostele varıp, üstte başta ne varsa ama ne varsa değiştirip, kurulandıktan sonra otogara atıyorum kendimi. İstikamet Budva. 25 kilometre mesafedeki şehre her saat başı otobüs bulmak mümkün. Yarım saatlik kısa bir yolculuğun ardından rüya kaldığı yerden devam ediyor…

Kentin detaylı haritasına https://goo.gl/UzgWuB adresinden ulaşabilir, diğer yazılarıma ise gezistan.com adresinden göz atabilirsiniz. Esen kalın… 

Emre Doğandor

Yazar Hakkında

Emre Doğandor

[1994-Bolu] Bir gezgin olarak doğmadım belki ama bir gezgin olarak ölmek, torunlarıma anılarımı anlatmak için yaşıyor ve geziyorum.