​Küba Yolcusu Kalmasın

Dünyanın döndüğünü biliriz ama kaç km hızla döndüğünü düşündünüz mü hiç? Aslında bu sorunun cevabı dünyanın neresinde olduğunuzla ilgili. Yani ekvatorda saatte 1.700 km’ye yakın bir hızla dönerken, bu hız haliyle kutuplarda 0 (sıfır)’dır. Örneğin Türkiye’de iseniz saatte 1.000 km civarında bir hızla dönüyorsunuz demektir. Belki baş döndürücü sandığımız şeylerin gerçek sebebi bu hızdır ne dersiniz?

Bizim bu sefer yolculuğumuz 10.000 km batımızda yer alan bir adaya, yani Küba’ya. Uçağımız batıdan doğuya doğru dönen dünyanın tersine doğudan batıya doğru saatlerce uçacak. Hızla dönen dünyanın dönüş yönünün tersine gittiğimiz halde uçak saatte almamız gereken yol kadar mesafe kat ediyor. Yani bizim gittiğimiz yönün tersi yönde dönen dünya, yolculuk süremizi dişe dokunur bir şekilde kısaltması gerekirken bu olmuyor. Bunun sebebi sizce nedir? (Yorumlara yazılacak ilk doğru yanıtı veren kişi Küba Purosu’nu şimdiden hak etti demektir.)

Karayiplere giderken korsanlık duyguları depreşiyor 
Türkiye’den Küba’ya yolculuk yapmak sabır ve dayanıklılık ister. Bunu bize söyleyen olmamıştı, “tecrübe ile sabit olanlar” listesine bu da eklendi. Gideceğimiz yolun aktarma dahil 24 saatten fazla olacağını bilerek çıktık bu yola. Baştan söylemek gerekirse, Türkiye – Rusya arası 3,5 saat, Moskova Havaalanı’nda 13 saat bekleme ve sonrasında 12,5 saat tekrar aralıksız uçak yolculuğu, eder size 29 saat.
 
Yol arkadaşım Çağlar Çevik. Yaklaşık 10 yıldır telefon ve internet dışında yüz yüze görüşmüşlüğümüz olmadı. Bu gezi, 10 yılımızı birbirimize özetlemek için de iyi bir fırsat aslında. Gezilere sohbet edebileceğiniz insanlarla çıkmak çok önemli bence. “Çok muhabbetin tez ayrılık getirmeyeceği" insanlar olmalı gezi arkadaşlarınız. Günlerce aynı şeyleri paylaşacaksınız sonuçta. Yanınıza almanız gereken yegane şey sohbeti güzel bir arkadaştır, aklınızda olsun. Benim gezi listemde olan Küba yolculuğu Çağlar’ın bir telefonu ile gerçeğe dönüştü ve yıllar sonra Atatürk Havaalanı’nda karşılaştık. Uçakta muhabbetin belini kırmış olmamızdan olsa gerek, İstanbul’dan ne zaman havalandık, Moskova’ya ne zaman vardık zamanın hiç farkına varmadık. Gerçi bu çok normal. Çünkü Rusya ile zaman farkımız yok, aynı saat dilimindeyiz yani :)

Jose Marti Havaalanı (Küba)
 
Moskova’ya vardığımızda saat gece yarısı idi. Önce havaalanı şöyle bir keşif yaptık. Ne de olsa 13 saatimizin geçeceği bu alanı tanımak gerekiyordu. Aslında gezme amacımız kendimize en güzel uyuma yerini bulabilmekti. Sanırım havaalanı inşaatlarında üzerinde kafa yorulan konulardan birisi, “aktarma yapan yolcuların uyumaması için ne tür bir oturma koltuğu üretebiliriz?” sorusu. Çünkü uyumak istediğiniz sıralı koltukların demirleri oraya uzanmanıza engel. Gerçi buna, göbeğimizi içimize çekerek ve popomuzu dışarı çıkararak bulduğumuz bir formül oldu ancak bunun geçici bir çözüm olduğunu anladık kısa sürede. Sonrasındaki çözüm ise diğer turistlere uymak oldu. Yani uçakta bize dağıtılan ince polarları yere serip yerde uyumak. En fazla 1 dakika ara verilen yüksek sesli uçak anonsları eşliğinde bir güzel uyuduk desem yalan olur, çünkü uyuyamadık adam gibi. Rusçadan bu kadar soğuyacağım dünyada aklıma gelmezdi.


 
Uçağımızı beklemeye devam ederken yanımızda getirdiğimiz kitaplar gerçekten kurtarıcı olabiliyor. Arada bir kalkan uçakları izlemek, arada geçmişten sohbet etmek, arada bir de havaalanında gezilmedik yer kaldığını düşünerek boylu boyunca gelip gitmek zaman öldürme konusunda size yardımcı olabiliyor. Uçağımız “Aerofort” yani Rus Havayolları. Küba’ya giden uçağımıza bindiğimizde bizlere terlik, uyumak için göz bandı ve kulaklık dağıttıklarında yolculuğun uzun geçeceği bir kez daha anlaşıldı. Verilen terlikleri hemen giydik ve uyuma problemim olmadığı halde göz bandını hevesle takıp çıkardım. İnsan genellikle ihtiyacı olmayıp kendisine ait olan şeyleri deneme heveslisidir çoğu zaman.

Kapanda gelen hesap. Espri yetenekleri hoş.
 
Yer yer bulutların üzerinde, yer yer uçsuz bucaksız Atlas Okyanusu’nun üzerinde saatlerce yol alıp uçağın penceresinden bu manzarayı izlemek, kitabımın kısa teneffüsleri oldu. Atlantik Okyanusu’nu, Avrupa’yı ve Amerika’nın doğu kıyılarını kuş bakışı izlemiş olduk.

Nihayet Havana'dayız

Ulaştığımız yer Küba’nın başkenti Havana. Bizim ülkemizden tam 7 saat geride. Ama yaşantı olarak kaç yıl geride olduğunu ise ancak on gün boyunca yaptığım gözlemler sonucunda söyleyebilirim. Havaalanında bir görevli yanımıza gelip bize gezimiz hakkında ayrıntılı sorular sordu. Hatta yol arkadaşımın tüm bilgilerini bir kağıda not etti. Uçaktan inen yolcular arasında bu muamelenin neden sadece bize yapıldığını da bir türlü anlayamadık.


 
Havaalanından merkeze kadar 25 Kuk’a (1 Dolar = 1 Cuc) götüren taksi şoförümüz 65 yaşlarında bir teyze idi. Bu da bize ne kadar ilginç anlar yaşayacağımızı gösteren bir işaretti sanki. İnce ve gür sesi ile önce bizi Arap sandı. Türk olduğumuzu söylediğimizde ise mutlu oldu. İner inmez hissettiğimiz yoğun bir nem üzerimizi kısa sürede yapış yapış yaptı.


 
Şehir merkezine geldiğimizde, okuduklarımızda edindiğimiz kadarıyla ucuz konaklamanın aile yanında olduğunu biliyorduk. Kasa (Casa) adı verilen bir ailenin evindeki bir odaya yerleştik. Kübalı bir karı-koca ve bir de kızları var. Evlerinin bir odasını bize gösterdiler. İki gece için iki kişilik odayı 60 Kuk’a (180 TL) tuttuk. Eşyalarımızı odamıza bıraktıktan sonra yürüyerek kısa bir şehir turu yaptık ve sonrasında canlı Küba müziklerinin yapıldığı bir barda soğuk içkilerimizi yudumladık. Rom ile kola karışımı ünlü içkilerinin adı Küba Libre. Biralarını da denedik. İçkiden anladıkları fark ediliyor ve fazlasıyla hoş karışımla karşılaşacağımızın işareti olduğunu düşünüyorum.

İlk gecemizde ilk canlı müzik
 Siz ilk paragraftaki soruyu düşünürken biz de yarın Havana’yı ayrıntılı gezmeye başlarız artık…

 

 

Adım Adım Küba

Saat farkının fazla olduğu bir ülkeye geldiğinizde vücudunuz bu farkı anlamakta zorlanıyor. Vücut Türkiye saatine göre kalkmaya çalışırken beyin uyuma gerekliliğinin farkında ama nafile. Ne kadar uykusuz ve yorgun olsanız da vücudunuz ülkenizdeki saate ayak uydurmaya diretiyor. Ülkemizde saatin 11.00 olduğu sırada burada saat sabahın 05.00’i olmasına rağmen artık uyanmak için vücudum harekete geçti. Kaldığımız ailenin yanında, güne erken başlayan fazlasıyla kişi olduğunu o saatte sokağı izlediğimde anladım. Hatta çok fazla etrafı düşünmeden gür sesle konuşan bazı kişileri kavga ediyor zannettiğim oldu. Bir süre pencereden yeni hareketlenmeye başlayan sokağı izledim.

 

“10 Adımda Küba” kitabındaki adımları takip etmeye saat 07:00’de başladık. Yollar oldukça geniş. Trafik yoğunluğu yok çünkü şehir belli bölgelerde toplanmamış, tam tersine yayılmış durumda. Bunda araba sayısının azlığı da etken tahminimce. Trafik kurallarına azami derecede uyuluyor. İnternette yazılan gibi “59 model üzerinde araba yok” belli ki bir şehir efsanesi. Çünkü yeni model araba çok olmasa da var. Araçlarda “P” plaka olanlar özel araç, “D” plaka olanlar ise devlete ait. Korna sesi yok denecek kadar az. İnsanların sinirleri alınmış gibi Nepal ve Hindistan’da olduğu gibi. Ülkeleri gezdikçe sinir hastası olan tek ülkenin biz olduğumuz kanısına varmaya başladım. Ancak çok araba olmamasına rağmen araçlarının çoğunun eskiliğinden olsa gerek keskin bir mazot kokusu eşliğinde büyük caddeleri gezmek zorundasınız.


 
Kentin meydanında sabah sporunu yapan insanlara rastladık. Dövüş sporlarında oldukça iyi durumda olduklarını gelmeden önce biliyordum bu sakin insanların. Adres tarifi sorduğumuz kişiler tüm gayretleri ile İspanyolca tariflerini yapıyorlar. Ama bizim anladıklarımız el hareketlerinden anlatılabilenlerle sınırlı. Havana sokakları birbirine fazlasıyla benziyor, dümdüz ve genişlikleri birebir aynı. O filmlerde gördüğümüz kenar mahalle insanları evlerinin önlerindeki basamaklarda oturuyor. Evlerin hiç birisinde halı yok. Zemine açılan kapılardan evlerin içlerini görmek mümkün. Tahta kapılarının dışında çoğunda demir parmaklık var. Tahta kapıyı açık, parmaklıklı kapıyı sürekli kapalı tutuyorlar. İstisnasız her evde sallanan koltuklar mevcut.


 
İlk adım Katedral Meydanı idi. Meydana gittik ancak Katedral’de restorasyon çalışmasında olduğu için içine giremedik. Yanımıza meydanda rehber, taksici ve seyyar satıcı geldi. Gittiğim diğer üçüncü dünya ülkelerine göre burada bir fark var, bu kişiler kesinlikle laftan anlıyorlar. Yani yapışkan ve rahatsız edici değiller. Turistleri rahatsız etmenin caydırıcı bir cezası olduğunu gelmeden önce okumuştum. Rehber yanımıza gelip bizimle tanıştı. Sonra sessiz olun der gibi parmağını dudağına götürdü ve “bu şehirde bir milyon sivil bir milyon asker ve iki tane de mafya var; birisi Fidel diğeri Raul Castro” dedi. Sisteme tepkili olan bu rehberden sonra halka gerçekten mutlu olup olmadıklarını, bazen de siyasete yönelik sorular sordum. Bunları birleştirip en sonra paylaşacağım.


 
Meydanda biraz soluklanmak için, gitar çalan iki yaşlı adamın yanını seçtik. Bizim dinlediğimizi anladıklarında bize biraz daha yaklaşıp o ünlü “Hasta Siempre” parçasını çaldılar. Belli ki ikinci adım para istemek olacaktı. Ben de para istemesinler ve bir karşılık olsun diye gitarı istedim ve Türkiye’den bir parça diyerek bir parça da ben onlara çaldım. Sonra o aldı çaldı, sonra yine ben. Bir anda aşıklar atışması içinde buldum kendimi. Ama fazla zorlamayıp gezimize devam etmek üzere izin istedik ancak yine de amca Che Guevara şapkasını açıp para istemekten geri kalmadı. 1 Kuk (1 Dollar = 3 TL) verdim ve çok hoşuna gitmese de kabul etti.


 
Başka bir görülmesi gereken meydan Plaza De Armas. Gittiğimizde kahvaltı için görüntüsüne kandığımız kırmızılarla bezeli bir restorana oturduk. Ben oraya özgü olan kahvaltıdan istedim. Yumurtaya sarılı lahana ve salatalık, biraz bal ve tropik ülkelerde içmeye alıştığım guava suyu. Sunumları oldukça hoş. Kahvaltıda yumurtamın üzerine kendi bayraklarını eklemişler. Bayrak sevgisi bu ülkede çok daha farklı. Çoğu evin önünde asılı olmakla birlikte beyaz-mavi rengi gerek evlerinin ön cephe boyalarına gerekse kıyafetlerine fazlasıyla yansımış. Kahvaltıda peçeteyi masaya koyarlarken maşa kullanmaları ve suyun açacakla açılan bir kapağının olması bize garip gelen diğer şeyler oldu.


 
UNESCO’ya göre en fazla ziyaret edilmek istenen ülkeler sıralamasında birinci sırada olmasına rağmen turist sayısında bir aşırılık gözlemlemedik sokaklarında. Mini etekli çöpçü teyzeler ilginç bir ambiyans oluşturuyor. Çalışma hayatındaki kadınların büyük bir çoğunluğunun üniforması, gömlek, mini etek ve siyah file çorap. Bu ülkede belli ki kadınlara hakları fazlası ile verilmiş ya da farkında olup onlar haklarını almayı bilmişler ki bundan dolayı fazlasıyla hayatın içindeler, katılımcılar her konuda. Kadının ikinci planda kaldığını gösteren en ufak bir emareye rastlayamazsınız. Bu konuda bizim ülkemizden çok çok ileride olduklarını gösteriyor.


 
İnsanların nispeten eşit yaşadıkları hissediliyor ancak bu insanların zenginliği değil fakirliği paylaştıklarını gözlemek mümkün. Oysaki zengin olup zenginliği paylaşmalarını çok isterdim bu güzel insanların. Karne ile yumurta ve et dağıtılan yerlere denk geldik sokakta. Hatta ben de bir ara elimde karne olmamasına rağmen önlerde bir yere kaynadım, ses çıkaran olmadı. Bizim ülkede İkinci Dünya Savaşı sırasında karne ile ekmek dağıtılması uygulamasını okurken burada onun canlı örneğini gördüm. Halk sıraya giriyor ve sıra geldiğinde ellerindeki karneyi görevliye işleterek aylık yumurta ve et ihtiyaçlarını devletten ücretsiz bir şekilde alıyorlar. Fakir olmalarına rağmen aç olmadıkları kesin çünkü özellikle bayanların kilolu halleri göze çarpan bir durum. Hindistan’da ve Nepal’de olan üç tekerlekli bisikletlerin buradaki adı “Bicitaksi”. Sürekli karşımıza çıkıp bize şehir turu yaptırmak için uğraşıyorlar. Polisler bu sıcak havada uzun kollu gömlek giyiyorlar.


 
Hayatları çok renkli olmayan bu insanların evleri renkli en azından. Şehirde boyalı binalarda dikkat çekici pastel renkler kullanılmış. Yüksek bina yok denecek kadar az. Bu yüksek olmayan renkli sokaklardan bir meydana çıkıverdiğimizde, meydanda kalkmak üzere olan ve şehir turu yaptıran iki katlı turist otobüslerinden birisini gördük. Kişi başı 5 Kuk (15 TL) vererek Havana'yı yaklaşık iki saat boyunca otobüsün üstü açık ikinci katında turlayarak şehrin kabasını almış olduk. Mezarlıkların yanından geçerken mezarlarının lahit biçiminde büyük boyutlu olması ve sanki her an açılabilecekmiş gibi üst kapağının dört bir köşesinde demir halkaların bulunması ilginçti. Çoğu Katolik olan bu ülkede mezarlar genel Katolik mezar tarzına hiç uymuyor.
 
Sokak müzisyeni sayısı oldukça fazla. Ama insanlar mutluluktan ya da eğlenmek için değil para kazanmak için çalıyorlar. Eski enstrümanlarla yapılabilecek en güzel müziği yapıyorlar ama. Turistleri kendilerine çekmek için dünyaca bilinen batı müziklerini kendi tarzlarında yorumluyorlar. Ama ülke komünist olsun ya da olmasın kural değişmiyor: bir şeyler çalıp para istemek.
 
Karnımız ufaktan zil çaldığında herkesin beklediği bir sırayı biz de bekledik. Klasik mantık: Sıra bekleniyorsa güzel bir şeydir. Sıra gelince anladık ki bu tulumba hamurunun kızartılıp, kesildikten sonra külahlara doldurulması ve üzerine şeker serpilmesinden ibaret. Beklediğimize değmedi anlayacağınız.

Havana’ya gelip Devrim Müzesi (Museo de la Revolucion) gezilmez mi? Kaldığımız eve oldukça yakın olan bu müze 1920-1959 tarihleri arasında diktatörlerin başkanlık sarayında yer alıyor. 1959 Küba Devrimi’ni başından sonuna size betimleyen bir müze. Fidel ve arkadaşlarının Meksika’dan Küba’ya geldikleri tekne bir cam bölmenin içerisinde dış bölümde ziyaretçilere açık. Mücadele dönemine ilişkin harita, işkence kurbanlarının resimleri, askeri üniformalar, Fidel Castro’nun özel eşyaları, kan lekeli giysiler gibi birçok şey sergileniyor. Dış bölümde yine devrimde kullanılan araba, tank, cip ve uçakları da görmek mümkün. Fidel Castro’nun yaktığı devrim ateşi ise yanında bir asker beklemekle birlikte her daim yanıyor.

#Makedonyadan yazılar alanında göster
Kapalı
Ali Yeniay

Yazar Hakkında

Ali Yeniay

"Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?" sorusuna "Gezerek, okuyan ve hatta gezi yazılarını paylaşan" diye cevap veren bir seyyahım ben...