1 Mayıs İşçi Bayramı'nda Küba'da Olmak
Sosyalist Küba’da bu kadar coşkuyla kutlanan İşçi Bayramı 1 Mayıs’ın, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki bir grup işçinin ilk kez patronlarına direndikleri tarih olması sizce de ilginç değil mi?
1886 yılında ABD’nin Chicago kentinde yaklaşık yarım milyon işçi ağır çalışma koşulları ve uzun mesai saatlerini protesto etmek için greve giderler. Tarih 1 Mayıs'tır. Ardından da 1 Mayıs tüm dünyada İşçi ve Emekçilerin Bayramı olarak kutlanır.
1 Mayıs’ta Küba’da olmakla ilgili takıntım ilk ne zaman başladı hatırlamıyorum. Büyük ihtimal seyahat virüsünün damarlarımda ilk kez dolaşmaya başladığı zamanlara denk geliyordur. Fakat her ne kadar kendimi hafiften sol eğilimli bir adam olarak görsem de bu takıntım 1 Mayıs’ın emekçiler için birlik ve dayanışma içeren o özel anlamından çok, o gün yani mayıs ayının ilk günü Küba’da olmakla ilgili bir şey. Demek istediğim; Karnaval’da Rio’da, Sakura (Kiraz çiçekleri) zamanı Japonya’da veya Katrina mahvetmeden önceki haliyle Mardi Gras’ın başladığı salı günü New Orleans’ta olmak gibi... Eski tüfek solcu ağabeyler bağışlasınlar lütfen!
Fakat eğer şansım olsaydı sanırım malum anlamıyla 1 Mayıs’ı eski SSCB’nin kalbi Kızıl Meydan’da izlemek isterdim. Çayeli’nde yaşadığımız ve Sovyet televizyonunu bizim yegâne kanalımız TRT’den daha net izleyebildiğimiz o yıllardaki 1 Mayıs’ı hatırlarım. Her Türk gibi asker doğduğumdan Kızılordu’nun tören geçişini hayranlıkla izlediğim kalmış aklımda, hayal meyal da olsa... Askerlikle ilgili fikirlerim büyüyünce değişti tabii ki, meraklanmayın!
Nisan ayının son günü, güneş batmak üzereyken Küba’nın başkenti Havana’ya varıyor ve sonraki üç gece konaklayacağımız Melia Habana Hotel’e giriş yapıyoruz. Melia Habana, büyük, Küba standartlarına göre gösterişli ve lobisinde takım elbiseli beyler ve şık hanımlarla karşılaşabileceğiniz türden tipik bir başkent oteli. Odalar konforlu, açık büfe zengin ve cerveza bucanero hâlâ güzel. (İspanyolca konuşulan ülkelere seyahat edecekler için gerekli sözcükler listesine ek; cerveza: Bira )
Ertesi sabah saat 05.00’e doğru yola düşüyoruz. Hayır, yanlışlık yok, daha sabahın yazıyla beşi bile değilken otobüste yerimizi alıyoruz. Hava henüz aydınlanmamış, hafiften bir yağmur çiseliyor. Buna rağmen Havanalılar sokaklarda, yalnız ya da gruplar halinde, bazıları yanlarında çocuklarıyla, bazıları üzerlerinde o güne özel “sloganlı” tişörtleri, çoğu da kırmızı ve olmazsa olmaz Che'li tişörtleriyle ve tabii ki ellerinde ulusal bayraklarıyla sokaklardalar. Bazıları ise davul taşıyor yanlarında...
Havana’nın kalbi Devrim Meydanı'na (Placa de la Revolucion) yaklaştıkça kalabalık da giderek artıyor.
Araçla kalabalığın izin verdiği noktaya kadar gidiyoruz. Araçtan indiğimiz yer Devrim Meydanı’na birkaç blok mesafede. Meydana çıkan kentin önemli caddesi Paseo Bulvarı (Avenida Paseo) üzerindeyiz. Etrafımızdaki insan seline karışmadan önce bir buluşma yeri belirliyoruz, artık birbirimizi kaybetmeden grup halinde kalabilmemiz olası değil çünkü ve ardından karışıyoruz biz de kalabalığa. Bu arada geziye birlikte katıldığım Ankaralı dostlar sağ olsunlar önceden düşünüp yaptırmışlar, benim de üzerimde bugüne özel bir tişört var; önünde ay-yıldız sırtında da Atatürk siluetinin altında "Atam İzindeyiz" yazan bir tişört...
Kalabalığa karışır karışmaz ilk fark ettiğim Küba bayrağı kadar Orta ve Güney Amerika ülkeleri bayraklarının da çokluğu, en çok da Venezuela ve Kolombiya bayrakları, ki zaten Venezuela başkanı Nicholas Maduro da o gün oradaymış ve tabii ki bunu gidip geldikten sonra öğreniyorum!
Tam da yazının burasında Havana’da 1 Mayıs’ın nasıl kutlandığını bir özet olarak geçsem iyi olacak sanırım.
Daha gün ağarmadan Havanalılar ve bizler gibi dışarıdan gelenler Paseo Bulvarı üzerinde yerlerini alıyorlar. Şehrin iki tarafı ağaçlarla çevrili bu güzel bulvarı, Devrim Meydanı’na kadar hınca hınç insanla doluyor. Meydanda, Küba Bağımsızlık Mücadelesi’nin öncüsü, Küba’nın Atatürk’ü Jose Marti anısına yapılmış dev anıt kule önüne kurulan platformdaki kürsüden günün anlam ve önemini belirten konuşmalar yapılıyor.
Fidel’in 1 Mayıs’a katıldığı dönemlerde bu bölüm çok uzun sürermiş. Bilirsiniz Fidel’in uzun konuşmaları meşhurdur. Bir keresinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 4,5 saat, 1986 yılında Komünist Parti Kongresi’nde de tam 7 saat 10 dakika konuşmuş... Neyse ki artık kardeşi Raul çok daha kısa konuşmalar yapıyor. Raul’la birlikte bir iki kişi daha konuşma yapıyor. Sözgelimi bu yıl Raul’un yanı sıra Küba Çalışanlar Federasyonu Genel Sekreteri de “Viva La Revolucion, Viva Fidel, Raul, Hasta la Victoria, Siempre” sözleriyle bitirdiği ateşli bir konuşma yapmış.
Ardından geçit töreni başlıyor. Geçit töreni dediysem öyle jilet gibi üniformaları üzerlerinde, ayaklarını aynı anda yere vurup da yeri göğü inleten askerler yok. Zaten ortalıkta asker falan da yok. Halkın kendisi var, hatta doğru dürüst bir bando da yok. Jose Marti anıtının önündeki kürsünün karşı tarafında mütevazı ve rahat kıyafetleri üzerlerinde müzik yapan bir grup genç var sadece fakat kortejdekiler davulları, kaynana zırıltısı ve benzeri gürültü çıkaran aletleriyle bu müziği de bastırıyorlar zaten.
Havanalılar ve dışarıdan gelenler, ki sonradan okuduğum bir gazete haberine göre bu yıl 70 farklı ülkeden 2 binden fazla yabancı varmış, kortej halinde Devrim Meydanı’na doğru yürüyorlar. Sloganlar atılıyor, marşlar, şarkılar söyleniyor. Kimileri sabahın o erken saatinde içmeye başlamış bile, kafaları güzel, davullar çalınıyor, dans edip eğleniyorlar. Bizlerin öğrenciyken zorla katılıp da okullarımız bitip o zorunluluk ortadan kalktığında ekstra tatil fırsatı olarak gördüğümüz o bayramlar gibi değil. Herkesin bir arada “cidden” harika vakit geçirdiği, eğlencenin çekimine katıldığınız bir ortamda buluyorsunuz kendinizi. Bir bakıyorsunuz “Viva Fidel, Viva Raul” diye slogan atıyorsunuz veya kocaman Küba bayrağının bir köşesinden tutmuş yürüyorsunuz. Bir Kübalı elinizdeki Türk bayrağını alıp sallamaya başlıyor, bir diğeri kendi üzerindeki tişörtle sizin ay-yıldızlı Atatürklü tişörtünüzü değiştirmek istiyor. Bir diğeri ise size rom ikram ediyor. Bir başkasıyla kalabalığın arasında bulduğunuz küçücük boşlukta dans ediyorsunuz.
Paseo Bulvarı’ndan başlayıp Devrim Meydanı’ndaki Jose Marti anıtıyla, Che ve Cienfuegos’un rölyeflerinin arasından geçip sonra da Havana caddelerine dağıldığımız o mayıs sabahı, Kübalıların en önemli bayramlarını nasıl bir keyifle, eğlenerek kutladıklarını gıpta ederek, yok hayır itiraf ediyorum doğrudan kıskanarak izlediğim bir sabah oluyor. Dilerim biz de bir gün 29 Ekimleri ulusça böyle kutlarız; askeri geçit töreni veya zorla getirilen öğrenciler olmadan, sadece eğlenerek...
Bu seferki yazı öncekilere göre biraz kısa olacak ama bu bölümde sadece Küba’da 1 Mayıs’ı anlatmak istedim. Havana’yı izninizle bir sonraki bölümde anlatacağım.
Yazıyı 1 Mayıs sabahı Havana’dan fotoğraflarla bitiriyorum...
Fotoğraflardan önce birkaç not: O sabah bir yağıp bir duran yağmur nedeniyle istediğim kareleri çekemedim, belirtmeliyim. Bir de “Nereden çıktı bu kadar Türk Bayrağı?” demeniz ihtimaline karşı açıklamak isterim: Malum Küba biz Türkler için oldukça popüler bir destinasyon, hele bir de 1 Mayıs olunca o sabah Devrim Meydanı’nda bir sürü Türk grup vardı. Pek çoğu da bizim gibi hazırlıklı gelmişler, tişörtler, bayraklar falan... Hatta bir İstanbul Erkek Lisesi pankartı bile gördüm.
Sokaklarında Dolaşmanın En Keyifli Olduğu Şehir: Küba
Rivayet odur ki UNESCO’nun yaptığı araştırmalara göre “dünya yüzünde en çok ziyaret edilmek istenen ülke” Küba’ymış ve Küba’yla ilgili de bana hep ilginç gelen bir durum vardır. Hasbelkader birkaç ülke görmüş biri olarak söyleyebilirim ki beni o ülkelere çeken belli mekanlar olmuştur hep. Sözgelimi Peru’ya Machu Picchu’yu görme hayalleriyle gitmiştim. Kamboçya’ya giderken aklımda Angkor Wat vardı. Patagonya’ya giderken ise hayalim Perito Moreno Buzulunun tam karşısında öylece durmaktı... Fakat konu Küba olunca, aklıma özel bir mekan gelmiyor. Yazarken bir kez daha düşündüm, yok yine gelmedi. Çünkü bu adada sizi ya da en azından beni çeken çok özel bir mekan yok. Çeken Küba’nın kendisi...
Küba’nın kendisini de en iyi gözlemleyebileceğiniz yer sanırım Eski Havana’nın yani Havana Vieja’nın arka sokakları.
1 Mayıs günü Atatürk Büstünü ziyaret ettikten sonra, günün kalan yarısında bir süre daha Havana sokaklarında dolaşıyor ardından da Devrim Müzesi, Museo de la Revolucion'a gidiyoruz.
Bir zamanlar Başkanlık Sarayı olan bu binayı en son kullanan Başkan Fulgencio Batista olmuş; yani devrim öncesinin kötü adamı. Müzede sergilenmekte olan altın telefonunu görünce fark edeceğiniz üzere Batista, kötü olduğu kadar da zevksizmiş. Altın telefon dışında Batista’nın gizli tüneli de ilginizi çekebilir. Bugün artık gizli olmayan bu tünel sayesinde Batista, 1957 yılında sarayı basıp darbe yapmak isteyen üniversite öğrencilerinden kaçabilmiş.
Genel olarak müze daha çok Küba Devrimi'ne ve devrim sonrasına adanmış. Heykeller, tablolar, Camilo ve Che’nin tüfek ve kasketleri hatta Che’nin kullandığı telsiz gibi farklı bir sürü şey sergileniyor. Restorasyonu devam eden büyük Balo Salonu'nun tavan resimlerini ben çok sevdim, bir de Grandma’nın resmedildiği modern tabloyu.
Grandma’nın kendisi de burada zaten. Binanın hemen arkasındaki Grandma Memorial adlı bölümde camla kaplı bir yapının içinde sergileniyor. Burada bir de spoiler vereyim; “pek de küçükmüş”diyorsunuz.
(Önceki bölümlerde söz etmiştim Grandma; Küba Devrimini başlatmak üzere Meksika’dan gelen, aralarında Che, Fidel, Raul ve Cienfuegos’un da olduğu 80 kadar devrimciyi Küba’ya ulaştıran meşhur tekne...)
Bir de müzenin bir köşesindeki duvarda oldukça ilgi çekici bir resim var. Daha doğrusu karikatür. Karikatürde yan yana 4 karakter yer alıyor; Batista, eski ABD Başkanları; Ronald Reagan, Baba ve Oğul Bush’lar. Resmin üzerinde başlık olarak yazan ise; Rincon de Los Cretinos. Yani; Ahmaklar Köşesi... Kovboy kıyafeti içinde resmedilmiş Reagan’ın yanında şöyle bir yazı var: “Teşekkürler Ahmak; Devrimi daha güçlü yaptığın için” Bu teşekkür kısmından diğer karakterler de nasiplerini almışlar tabii ki.
Küba artık Amerikalı turistler için “yasak” ülke olmadığına ve Küba’yı ziyaret edecek olan Amerikalı sayısı da giderek artacağına göre bu resmin akıbeti yakın gelecekte ne olacak açıkçası merak ettim. Kim bilir belki Amerikalı ziyaretçilerden birkaçı bu resmin karşısında biraz olsun üzüntü veya suçluluk duyarlar ya da yakın gelecekte Amerikalı turistler için önemli bir destinasyon haline gelecek olan Küba’nın yöneticileri, değerli müşterilerini üzmek istemeyip sessiz bir şekilde Ahmaklar Köşesi’nden kurtulacaktır. Göreceğiz.
Müze sonrası yine eski Havana sokaklarına dağılıyoruz. Havana, sokaklarda öylesine dolaşmanın cidden çok keyifli olduğu şehirlerden. Arka sokaklara girip çıkıyoruz, bir sürü fotoğraf daha çekiyorum. Bir ara Plaza de San Francisco’nın bir köşesinde kaldırıma oturup soluklanıyoruz. Az ileride biraz beceriksiz bir satıcı dondurma satıyor ve yeşil renkli olanlar da hiç fena görünmüyorlar; Şimdi ismini anımsayamadığım tropikal meyveli bir dondurma.
Küçük bir arabası olan satıcı hindistancevizi kabukları içinde önceden hazırlanmış, toplasan dört veya beş farklı tipi olan dondurmalardan satıyor. Fiyatları da neyli olduğuna göre 2-3 CUC. Fakat satıcı o kadar çok konuşuyor ve “parayı alıp, elini buzluğa sokup istenilen dondurmayı çıkarıp, para üzeriyle birlikte müşterisine uzatmaktan" ibaret olan işini o kadar geç yapıyor ki... Arabasının önünde bir sürü insan toplanmış ve günlerden de 1 Mayıs, yani biz Türklerin Küba'da olmayı en çok istediği tarih olduğundan, tezgahın etrafındakilerin çoğu Türk. Bunun doğal sonucu olarak da sıra falan yok, sadece elindeki parayı satıcının gözüne sokup bağırarak konuşan bir güruh var. Daha da kötüsü hem satıcı hem de müşterilerin pek çoğunun da İngilizce düzeyleri çat pat’ın bir altı. Vazgeçmek, gitmek istiyorum ama hava sıcak ve dondurmalar da çok güzel görünüyor. O karmaşa da adama “one” ve “two” bir ihtimal “three” sözcükleri dışında Türkçe hitap eden bir abla dayanamıyor, buzluğu açıp elini içeri sokuveriyor ve seçmeye başlıyor. Hatta bazılarını çıkarıp arkadaki bir başka Abla’ya gösteriyor, yeniden geri koyuyor falan... Satıcı şaşkınlık içerisinde İspanyolca ve İngilizce karışık “Hey ne yapıyorsun, elini oraya sokamazsın” gibi bir şeyler söylese de dinleyen kim?
Olanları biraz sinirle ama çokça da gülümseyerek izliyorum. Sonunda sıra bana geliyor. Maalesef “Ben Türk değilim ki” numarası yapma şansım yok çünkü üzerimde 1 Mayıs için yaptırdığımız Ay Yıldızlı tişörtüm var. “Ya aslında biz Türkiye’de çok farklıyız, her yerde sıraya gireriz, hiç böyle şeyler yapmayız” diyecek kadar İspanyolca da bilmiyorum” Dondurmamı alıp, sessizce gidiyorum.
Fakat yeşil tropikal meyveli dondurma o kadar da güzel çıkmıyor.
Küba’dan söz eden pek çok sitede karşıma çıkan bir cümle var: Küba’da en yenisi 1959 Model olmak üzere 60 Bin kadar Amerikan Otomobili varmış... İşte günün sonunda o 60 Bin otomobilden üzeri açık olan 10 kadarıyla harika bir Havana turu yapıyoruz. Havanalıların “Yine hayatında klasik Amerikan otomobili görmemiş görgüsüz turistler şehir turu yapıyorlar” bakışları altında önce yeniden Devrim Meydanına oradan da otele varıyoruz.
Akşam hızlıca bir şeyler yedikten sonra tabii ki Havana gecelerine akıyoruz ama sabahın 4’ünde kalkmışız üzerine de tüm gün sokaklarda dolaşmışız, bir anda yorgunluk çöküveriyor. Önceki bölümde sözünü ettiğim Hemingway’in "bloğun ortasındaki küçük barı" Bodeguita del Medio’da, daha doğrusu mekan çok kalabalık olduğundan, barın önündeki sokakta birer Mohito içiyoruz. Her yerde 3 CUC iken burada 5 CUC olan Mohito fiyat farkı ölçüsünde sert. Biraz daha dolanıp bir de yine Hemingway’ın Floridita’sına şöyle bir baktıktan sonra otele doğru yola çıkıyoruz.
Havana’nın Kordon Boyu Malecon, Kordon'un eski halinden söz ediyorum tabii ki gece cıvıl cıvıl. Resmi ismi Avenida de Maceo olup da herkesin Malecon dediği bu 8 kilometrelik geniş caddede, bu kez 1990’larda yapılmış bir Hyundai taksinin içinde ilerlerken dışarıyı izliyorum. Dalgalar yer yer Malecon'u döverken, Havanalı kızlı erkekli gençler de kaynaşıyorlar.
Sonra belki de olabilecek en naif protesto yöntemi, Amerikan Büyükelçiliğinin hemen yanındaki Küba bayraklarını izliyorum.
Önce hemen “Havana’da Amerikan Büyükelçiliği ne alaka?” sorusuna yanıt vereyim. Havana’daki İsviçre Büyükelçiliği 1970’lerin sonundan bu yana ABD Büyükelçiliğine de ev sahipliği yapıyor. Bir nevi elçilik içinde elçilik. Hemen yanlarında da bir meydan var; Plaza de Dignidad; yani Haysiyet meydanı...
Bir dönem Amerikalılar, büyükelçiliğinin beşinci katına elektronik bir pano yerleştirip, burada insan hakları, özgürlük vs. hakkında özlü sözler paylaşmaya başlamışlar. Bir gün de kalkıp Martin Luther King’den alıntı yapmışlar. Şu meşhur “I have a dream... Benim bir hayalim var. Bir gün gelecek, bu ulus ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamıyla yaşayacak...” diye başlayan sözlerini. Tabii ki, King’in bu sözlerini Kübalılara karşı kullanmak biraz abes olmuş. Ne de olsa ABD’deki hayatı adeta bir kabus gibi geçen, 1968 yılında da bir suikasta kurban giden Afrikalı-Amerikalı ırkçılık karşıtı hareket lideri Martin Luther King bu sözlerini Amerika'ya karşı söylemiş. Bir nevi "Ey Amerika, bize laf söyleyeceğine sen kendine bak" olayı...
Kübalılar da bu elektronik panoyu kapatmak için bayraklardan bir duvar örmüşler. Her biri 20 metre yüksekliğinde birer göndere çekilmiş, üzerlerinde tek bir beyaz yıldız olan 138 adet siyah bayrakla. Bu beyaz yıldızlı siyah bayraklar 1976 yılında CIA tarafından düşürüldüğüne inanılan Küba yolcu uçağındaki kurbanları simgeliyormuş. Bu bayraklardan oluşan anıtın ismi de Jose Marti Antiemperyalist Platformu; Tribuna Antiimperialista José Martí.
Bugün gönderde ABD Büyük Elçiliğinin güneşini kapatan Küba bayrakları var. Zaman zaman da, ABD’ye kızdıklarında, siyah bayrakların göndere çekildiği oluyormuş.
Olabilecek en naif protesto yöntemi demiştim değil mi?
Artık Küba ABD ilişkileri düzeldiğine göre bu bayraklar da hoş bir anı olarak kalacaklar sanırım.
O uzun gün boyunca toplam 2150 gram ağırlığındaki kamera ve 2 objektifi taşıdığımdan, akşam tatil yapıp, makinesiz çıktım. (ve hayır aynasız'lara geçmeyi düşünmüyorum...) Dolayısıyla Malecon’un ancak sonradan, uzaklardan çektiğim bir fotoğrafını paylaşıyorum, bağışlayın. Bir de Jose Marti Antiemperyalist Platformunun netten bulduğum bir fotoğrafını paylaşıyorum. Bayraklar gönderdeyken makinem yanımda değildi, makinem yanımdayken ise bayraklar gönderde değildi.
Yeme-İçme ve Gezme Rehberi
Mayıs ayının ilk günü Küba sokaklarında bulaşıcı, insanı içine çeken bir coşku ve mutluluk hali vardı sanki. Abartmıyorum...
Sabahın erken saatlerinde, kararsız bir yağmur aralıklarla çiselerken Devrim Meydanı'ndaki 1 Mayıs kutlamalarından, Bağımsızlık Bulvarı; Avenida de la Independencia’ya dağılan kalabalık resmen gülüyor, eğleniyor. Bizi de aralarına alıyor bu coşkuya ortak ediyorlar. Büyük ihtimal Eski Toprak Ağabeyler bu durumu Sosyalizm’e bağlayacaklardır. Kısmen haklı da olabilirler ama ben bu insanlardaki “coşku ve mutluluk” halini biraz da sabahın çok erken saatlerinden beri içilen romlara bağlamak istiyorum.
Kalabalıktan ayrılıp bir kafede “uyanma” molası veriyoruz. Ne de olsa sabah 4 gibi kalktık. Yerel halkın takıldığı, turistik olmayan kafenin caddeye bakan balkonunda “süper” ucuz kahvemi yudumlayıp, törenden dönen Havanalıları izliyor, fotoğraflarını çekiyorum.
Küba’da malum, bir turistlere hizmet veren işletmeler var, bir de yerel halkın gittiği mekanlar. Turistik mekanlarda ancak CUC yani Convertible Peso ile alışveriş yapabilirsiniz. Yerel halk ise CUP yani Küba pesosu kullanıyor. 1 CUC yaklaşık 25 CUP ve turistik bir kafede bir kahve içeceğiniz 1-2 CUC’a yerel halkın takıldığı bir kafede 6-7 kahve içebilirsiniz. Demem odur ki 1 CUC yaklaşık 1 Euro olduğuna göre sizi uyandıracak nefis bir fincan kahvenin ederi de 50 kuruş civarı...
Kafede uyandıktan sonra, Rehberimiz Sinan’a öğle yemeği için, henüz Devrim Meydanına çıkmadan belirlediğimiz buluşma noktasını bir kez daha soruyoruz ve kendimizi sokaklara atıyoruz; Buluşma yerimiz Avenida del Puerto üzerindeki birkaç turistik balık restoranından biri olan La Barca Restaurant.
Devrim Meydanından, kalabalığın içerisine karışıp Özgürlük Bulvarı'na dönmüştük. Oradan ilk sağa döndüğümüzde, sabah kahvemizi içtiğimiz küçük kafenin de üzerinde olduğu caddenin ismi Avenida Salvador Allende ve o caddenin sonundan El Capitolio’ya kadar yolumuza devam ettiğimiz diğer cadde ise Simon Bolivar. Küba’da 1 Mayıs günü tam da böyle bir rota izlemek gerekirdi sanırım. İsimleri Devrim ve Özgürlük gibi “ağır” sözcükler olan veya isimlerini önemli şahsiyetlerden alan meydan ve bulvarlar; 1973’de CIA’in organize ettiği darbe sırasında öldürülen Şili’nin sosyalist Devlet Başkanı Salvador Allende ve Güney Amerikalı devrimci lider Simon Bolivar gibi.
Kafe çıkışı öylesine yürüyoruz sokaklarda. Ben her üç beş adımda bir durup fotoğraf çekiyorum. Bakımsız binaların caddeye bakan daha bakımsız cepheleri, yoldan geçen eski Amerikan otomobilleri, şaşırtıcı derecedeki geniş cadde ve bulvarlara açılan yine bakımsız, dar sokaklar ve Havanalılar... Her adımda bir fotoğraf karesi yakalayabilirsiniz emin olun.
Devrim Meydanından dönen kalabalık giderek kaybolurken gündelik hayatları içerisindeki Havanalıların kalabalığı başlıyor. İnsanlar güler yüzlü. 1 Mayıs’ı kutlayan gençler alkolün de etkisiyle laf atıyorlar. Ama rahatsız edici değiller, daha çok eğlenceliler diyebiliriz. Fotoğraf makinelerimiz görür görmez havalı pozlar veriyorlar, birlikte fotoğraf çektiriyoruz veya ellerindeki Rom şişesini ısrarla bir fırt almamız için uzatıyorlar.
Tabii ki her şey o kadar güllük gülistanlık değil olamaz da... Otobüs durağında bir sokak kavgasına şahit oluyoruz sözgelimi ve sefaleti de hatta “Küba’da olmayan” evsizlerden birini de görüyoruz.
Devrim’e kadar Küba hükümetine ev sahipliği yaparken, bugünlerde Küba Bilimler Akademisi olan gösterişli El Capitolio’ya kadar yürüyoruz. El Capitolio Havana’daki pek çok bina gibi restore ediliyor ve restorasyon sona erdiğinde de yeniden Küba Ulusal Meclisi olarak hizmet verecekmiş.
El Capitolio’dan sonra geniş bulvar ve caddelerin yerini dar ve araç trafiğine kapalı sokaklara bıraktığı turistik Eski Havana’ya, La Habana Vieja’ya dalıyoruz. Binalar hala eski, insanlar hala cana yakın. Farklı olan tek şey etrafta çoğu 1 Mayıs nedeniyle kapalı olsa da pek çok, sadece CUC kabul eden restoran, kafe ve hediyelik eşya dükkanı olması.
O kadar yürüdükten sonra yorulduk, önce bir kafede oturup bir şeyler yiyip içiyoruz. Birimiz kalkıp diğer masalardan birine gidip Türkiye’den tanıdığı bir arkadaşıyla ayak üzeri sohbet ediyor, ben çaktırmadan arka masadaki 2 makine ile gezen Türk fotoğrafçının konuşmalarını dinliyorum, o sırada kafenin hemen önündeki caddeden bir başka Türk grubu geçiyor... O gün, Mayıs ayının o ilk günü Havana sokaklarında o kadar çok Türk vardı ki. Sanırım 1 Mayıs’ta Küba’da olmak yeryüzünde en çok biz Türklerin takıntısı.
Kafe sonrası karşımıza çıkan ilk önemli mekan Floridita Restoran. Tam da burada Hemingway’in Küba'sından veya Küba'nın Hemingway'inden söz etmeli.
Hemingway, Küba’ya ilk kez Florida’nın ucundaki Key West adasında yaşarken geliyor. İkisinin arası zaten 100 mil kadar. İspanya’ya gideceği gemiye binmek üzere gelip 3 gün Havana’da kalırken yıl da 1928. Ardından 1932 yılında yeniden gelip bol bol kılıç balığı avladıktan sonra bir sonraki yıl, 1933’de bu kez Havana’ya uzun süreli kalmak için geliyor. Eski Şehrin merkezindeki Ambos Mundos otelinin 511 numaralı odasına yerleşiyor ki bugün otel restore edilmiş ve 511 numaralı oda da müze haline dönüştürülmüş.
Hemingway o odada bir yandan Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u yazarken diğer bir yandan da Havana gecelerinin tadını çıkarmış. Yazarın o zaman çok takıldığı 2 mekan bugün Havana’ya gelen turistlerin mutlaka uğradığı yerlerden; Bodeguita del Medio isimli ufacık Bar ve Floridita Restoran.
Akşam keşfedeceğimiz bu iki mekandan Calle Empedrado, yani Empedrado sokağındaki Bodeguita del Mar isimli bar; duvarlarında Hemingway’den alıntı graffitiler olan her daim kalabalık küçücük bir mekan. İsmi de "Bloğun ortasındaki küçük bar" demek zaten. Her yerde Mohito’un fiyatı 3 CUC iken burada 5 CUC. Fakat kesinlikle aradaki 2 CUC’luk fark ölçüsünde de sert.
Eğer yolunuz düşerse kesinlikle burada bir Mohito içmenizi öneririm. Hayır Mohito çok özel veya sert olduğu için değil. Hemingway’in izini sürüp de hiç olmazsa bir tek atmak için buraya uğrayan düzinelerce turiste adeta bir ritüel gibi seri bir şekilde aynı anda 8'er 10'ar Mohito hazırlayan Barmen'i izlemeniz için...
Diğer mekan, Floridita ise lüks bir restoran. İçeride barın hemen köşesinde Hemingway’in gerçek boyutlarda bir heykeli var. Duvarda da yazarın “imzaladığı” şu sözü asılı: “My mojito in the Bodeguita del Medio and my daiquiri in the Floridita". Yani; "Bodeguita del Medio’da benim Mohitom, Floridita’da benim Daiquirim". Hemingway sık sık Floridita’daki Daiquiri’nin dünyanın en iyisi olduğunu söylermiş.
Yine aynı akşam ziyaret edeceğimiz Floridita’da Daiquiri’yi denemedim. Mekan biraz fazla soğuk ve turistik geldi. Fotoğraf bile çekmedim.
Ernest Hemingway'i severek okumuş biri olarak itiraf etmeliyim yazarın Havana’daki izleri çok da heyecanlandırmadı beni. Bunun nedeni gezdiğim iki mekanın da fazlasıyla turistik olması olabilir. Veya daha büyük olasılık; yazarın Ambos Mundos hotelinden ayrıldıktan sonra 1940 yılında satın alıp uzun yıllar yaşadığı ve bugün müze haline dönüştürülmüş olan Finca Vigia isimli evini görmediğim içindir. Maalesef ne Havana’nın 15 kilometre dışındaki Finca Vigia’yı ne de Hemingway’in çok sevdiği teknesi El Pilar ile denize açıldığı küçük balıkçı kasabası Cojimar’ı görme şansım olmadı.
Bir de aklıma şöyle bir soru takıldı Havana'da; Gerçekte bir savaş muhabiri olan Hemingway Devrim sırasında Küba’da olsaydı, Birinci Dünya Savaşı İtalya’sında geçen Silahlara Veda veya İspanya İç Savaşında geçen Çanlar Kimin İçin Çalıyor gibi bir roman daha yazar mıydı? Biliyorum saçma bir soru, illaki Hemingway'dan "Kübalı" bir eser istiyorsan al sana İhtiyar Adam ve Deniz diyorsunuz ama büyük yazarın Küba Devriminde geçen bir romanını düşünmeden de yapamıyorum.
Hemingway ve Küba hakkında güzel bir makale okumak isterseniz işte size bir link; Mete Türkben'in Hürriyet'in Seyahat ekinde yayınlanmış makalesi; Hemingway'in ayak izinden Küba...
Floridita’yı dışarıdan gördükten sonra -yukarıda da dediğim gibi içerisini ancak akşam görebileceğim- Eski Havana sokaklarında dolaşmaya ve fotoğraf çekmeye devam ediyoruz. Bu bölgedeki Havanalılar sabah karşılaştıklarımıza kıyasla daha mesafeliler. Tabii arada laf atanlar var, kimse neden fotoğrafımı çekiyorsun da demiyor ama sanki sabahki bulaşıcı coşku ve mutluluk halinden eser kalmamış. Rom’un etkisi geçmiş gibi...
Bir ara yolda Türk olduğumu tişörtümden anlayan 2 bıçkın Havanalı baştaki A harfini uzatarak “Ada, Ada” diyorlar. Ne dediklerini anlamaya çalışıyorum. Atletico Madrid diyorlar ve bir de vole vurur gibi hareketler yapıyorlar anlıyorum. Arda diyorum, hatta dilleri döndükçe onlara Arda demeyi öğretiyorum. Karşılarına çıkan Türk, futboldan hiç hazzetmeyen biri olunca Ada’nın Arda olduğunu anlaması da zaman alıyor tabii ki!
Eski Havana’nın turistik ön yüzü hiç fena değil ama arka sokakları cidden “eski”. Turistik, şık sayılabilecek kafe ve barların, hediyelik eşya mağazalarının yerini arka sokaklarda yıkık dökük evler alıyor. Bu arka sokak sakinlerinin çoğu da tatil gününü kapılarının önüne çıkardıkları sandalyelerinde oturup, sohbet ederek, bir şeyler içerek bazen de sadece kara kara düşünerek geçiriyorlar.
Arada sadece yıkık dökük olmalarından ötürü ürkütücü gelse de gerçekte çok güvenli arka sokaklardan daha şık “turistik” sokaklara, oradan da San Francisco Meydanı'na (Plaza de San Francisco) geçip meydandaki modern heykellere bir göz atıyoruz. Fidel’in rejimi sanata her zaman destek vermiş. Heykel sanatı ile olan imtihanını bir türlü verememiş bir ulusun temsilcisi olarak Havana’nın her köşesinde ilginç heykellerle karşılaşmak, bende ister istemez bir kıskançlık yaratsa da keyifli oluyor.
Sonra ismini bir kenarında yer alan San Cristobal de La Habana Katedrali'nden alan Plaza de Cathedral’e bir göz atıp, hemen yakınındaki Plaza de Armas’a geçiyoruz. Oradaki küçük parkta sabah Devrim Meydanında birbirimizi kaybettiğimiz grubun kalanı banklara oturmuş soluklanıyorlar, onlara katılıyoruz.
Plaza de Armas’ın doğu köşesindeki Palacio de los Capitanes Generales bir zamanlar Havana valisine ev sahipliği yapmış. Sömürge döneminde tüm Küba’nın en yüksek otoritesi olan Valiye Capitanes Generales denirmiş. Bugün binada Şehir Müzesi yer alıyor ama daha ilginç olan sarayın ön tarafındaki ahşap kaplı cadde. Tahtadan Arnavut Kaldırımı bir cadde yani. Bir rivayete göre Vali caddeden geçen at ve arabaların çıkardığı gürültüden Eşi rahatsız olmasın diye caddeyi ahşapla kaplattırmış.
Plaza de Armas’dan öğle yemeği için La Barca Restoran'a geçiyoruz. Mekan güzel, balık güzel, ikram edilen Mohito fena değil... Bu restoranla ilgili aklımda kalan ilginç bir detay da bir köşesindeki duvarda asılı fotoğraflar; daha önceden yemek yiyen ünlü konukların restoranda çekilmiş fotoğrafları var; İlk bakışta tanıdıklarım 2008 yılı yapımı Che filminde de oynayan Benicio del Toro ve NBA yıldızı Carmelo Anthony.
La Barca’dan sonraki durağımız neredeyse Küba’ya gelen her Türk Vatandaşının hac mekanı olan Atatürk Anıtı... Restoranın da üzerinde yer aldığı Puerto Caddesi, Avenida del Puerto üzerindeki küçük bir parkın içinde yer alan Atatürk Anıtının hikayesi ise şöyleymiş:
Anıt 2008 yılında Küba’nın ulusal kahramanı Jose Marti’nin, Ankara’da Çankaya parkında açılan heykelinin ardından, Küba Büyükelçiliğimizin girişimleriyle açılmış. Her iki heykel de, yani Jose Marti ve Mustafa Kemal’in heykelleri, heykeltıraş Metin Yurdanur’un eseri.
İtiraf etmeliyim ki görüntüsü itibariyle herhangi bir orta öğretim kurumumuzda yer alan sıradan bir Atatürk büstünden farkı olmayan bu heykelin bu kadar yeni olmasına şaşırdım. Ben açıkçası bu anıt, hakkındaki şehir efsaneleri dikkate alınırsa 1950 veya 60’lardan kalmadır sanıyordum. Hani vardır ya efsaneler; Fidel Castro Atatürk’e olan büyük saygısından Küba’ya Atatürk’ün heykelini diktirmişveya Küba’da heykeli olan tek yabancı devlet adamı Atatürk’tür gibi.
İşte bu efsaneler külliyen yalan. Castro, büyük ihtimalle kendisi gibi emperyalizme karşı zafer kazanmış Atatürk’e mutlaka saygı duymuştur, duyuyordur. Fakat anıt onun isteğiyle değil tamamen bizim Büyükelçiliğin çabalarıyla açılmış. Ayrıca aynı parkta başkalarının da büst veya heykelleri var. Hatta Havana’da konakladığımız Melia Habana Hotel’in çok yakınlarında, otele her giriş çıkışta gözüme takılan Yasser Arafat’ın bir büstü vardı...
Benim için Küba’da Atatürk’ün tanınması anlamında bu sıradan heykelden çok daha önemli olan Trinidad sokaklarında karşılaştığım emekli Dr Jose de Lois’in sözleriydi. Bırakın Türkiye’yi yaşamı boyunca Küba dışına bile çıkmamış bu yaşlı adam Atatürk’ten “Mustafa Kemal” diye söz etmiş, “Türkiye’nin kurucusu büyük devlet adamıdır” demişti. (Merak edenler için; Küba Notlarım 3: Trinidad de Cuba)
Aslında gönül isterdi ki Havana’da çok daha merkezi bir yerde, mesela Plaza de San Francisco’nun bir köşesinde, bunun gibi sıradan değil de, çok daha modern, estetik, sadece Atatürk’ün suretini gösteren değil de kişiliğini de yansıtan bir heykel olsun. Ama yukarıda bir yerlerde de dedim ya; ne de olsa heykel sanatı ile imtihanını verememiş bir ulustanız.
Son sözüm de şudur: Yahu Allah aşkına Mustafa Kemal’in büyük bir devlet adamı olduğunu dünyanın geri kalanının da kabul etmesine ihtiyacımız mı var? Boş verelim dünyadaki Atatürk izlerinin peşinden koşmayı ve ülke sınırları içinde izinden gidelim!