Latin Amerika Gezisi: Sao Paulo, Rio ve Daha Birçoğu

Bence Latin Amerika 
Uzun zamandır televizyonda akşam haberlerini izlerken, binlerce kilometre uzaktan gelmiş insanları, onların  bir kamyon kasasında, bir lastik botta aylar süren yolculuklarını ya bir jandarma karakolunun bahçesinde ya da denizin ortasında umutlar sona ermiş hallerine tanık olmuşsunuzdur.

Çaresizlikten dolayı mecburiyet içinde yapılan bu yolculuk bende 'kaçıp gitme' duygusu oluşturdu. Acaba yakın olmayan bir kıtaya rehbersiz, az parayla biraz risk alarak gidebilir miyim diye düşündüm.

Mars gibi bir bilinmezlik çözmeye çalışılırken, (Matt Damon’un son filmi de cesaretlendirdi beni!), her noktası keşfedilmiş bu gezegende neden küçük bir  macera yaşanmasın?

Bu kaçma duygusunu zaman zaman her insanın yaşadığını düşünüyorum. Kimi köyden yakındaki ilçeye kimi başka şehre, cesaretine ve maddi olanaklarına göre yapılan planlı kaçışlar herkesin gündeminde. Bazen soluksuz kaldığım atmosferden, muayenehane ortamının rutininden bu tarz marjinal kaçış iyi bir ara çözüm müydü? Umudumu, planımı ertelemeden, çocukluğumuzu süsleyen pembe dizilerin çekildiği Latin Amerika ülkeleri bu kaçış için uygun bir yer olabilirdi.

Bu düşünceyle Arjantin’e kadar direkt, vizesiz uçuş görünce “hadi durma, cesur ol.” iç sesleri ile biletimi almam beş dakikayı bulmamıştı. Artık vazgeçememem için iyi bir sebebim vardı. 23 Aralık sabah 9.05 uçağıyla Brezilya,Sao Paulo istikametine başlayacak yolculuğuma, Arjantin ,Rio de jeniro diye devam etmeyi düşünüyordum. Her şey yolunda giderse mümkün olduğunca gezmek, metroya, otobüse binmek, o ülkelerde sosyal hayatın içinde olmak, ucuz otellerde kalmak istiyordum.
 
Güneşli bir gün, Atatürk Havaalanı dış hatlar terminalinde işlemlerimi tamamladım, konforlu bussiness değil ekonomi class bileti, dar koltuklar benim için sorun değildi sadece beni zorlayacağını düşündüğüm glutensiz yemek sorunuydu.

Kısa bir rötarla yolculuk başladı. Yolculuğun Buenos Aires’e, Sao Paulo 1 saat beklemeli dahil yaklaşık uçuş süresi 18 saat. Aklıma öğrenciliğimde yaptığım Malatya-İstanbul otobüs yolculukları geldi ama onlar bile 14 saat sürüyordu.

Yanımda Arjantinli bir çift oturuyordu, erkek olan ben uçağa bindiğimde gözlerini kapatmış uyumayı deniyordu. On sekiz saat nasıl geçecek? Kafamda tuhaf düşüncelerle uçağın rotasını inceledim başımın üstündeki interaktif ekrandan. Üç kıta, bir büyük okyanus geçilecek. Biz insanoğlunun zekasına hayranlık duyarak ve tarihte yapılan 'bilimsel gafları anımsayarak.1800’li yıllarda ABD’li astronom uçaklar hakkında “Bilinen cisimlerin hiçbir kombinasyonu, bilinen kuvvetlerin hiçbir formu, bir araya getirilerek insanı hava içerisinde uzun mesafelerde pratik olarak uçurabilecek bir makina oluşturamayacaktır.” diyerek ya da gene ABD 'li bir bilim adamı 1899 yılında 'İcat edilebilecek her şey icat edildi 'demişti. Bunlar aklımdan geçerken uzun mesafeli uçuşlarda insanların oyalanması için her şeyin düşünüldüğünü gördüm. Hostese 5 ya da 6 saat süren okyanus üzeri yolculukta ciddi bir hastalık geçiren yolcu olduğunda nasıl bir yol izlenildiğini sordum. Uçak içi doktor anonsundan başka bir çare yokmuş. Ayrıca bir baş ağrısında bile doktor izni olmadan ecza dolabı bile açılmıyor .Uzun uçuş planlayanların dikkatine önemli bir dipnot!

Gözüm interaktif haritada. Sahra çölü üzerindeyiz ve ekvator çizgisine Senegal üzerinde yaklaşıyoruz. Coğrafyada öğrendiğimiz dönencelerden biri olan yengeç dönencesi bu bölgeden, Batı Sahra’dan geçiyor. Batı Afrika' da Gel-Git(med-cezir)olayının canlı tanığı olmuştum, sonuçları çok acımasızdı.
Atlantik Okyanusu birden çekiliyor. İçindeki en küçüğü palamuttan, lagostan iri balıklara kadar tümü susuz kalıyor, balıkçı kuşlarına ve balıkçılara kolay hedef oluyorlardı. Çünkü yüzdükleri yer birdenbire ada oluyordu.

Yaklaşık beş saat süren okyanus uçuşundan sonra interaktif haritadan Brezilya'nın Fortaleza şehri üzerinden ülkeye yaklaştığımızı görüyorum. Ülke yemyeşil görünüyor. Henüz kuzey yarım küredeyiz. Salvador denen şehrin alt tarafı güney yarım küre. Rio üzerinden Sao Paulo için uçak inişe geçiyor. Kontrol ekranında hava 28 dereceyi gösteriyor. Nihayet uçak iniyor.

Beynimin kazdığı tünel sayesinde ya da yüzünden buradaydım. Milimetrik hesaplar, planlamalar yapmadan bindim uçağa, sadece bir internet sayfasından otel ayarladım. Sırt çantamı aldım. Yanımdaki Arjantinli yemek harici uyanmadı, uyku ilacı alıp yolculuk yapmak sıkılanlar için iyi bir seçenek olabilir! Valizimi alıp dışarı çıkmak için ismi Guarulhos olan bu büyük hava alanında yazılara bakarak ilerliyorum. Acelem yok, saat Türkiye’de 23.30, yerel 19.30, gün aydınlık.

Bizimkinden fazla kas grubu olduğunu düşündüren, vücut yapılarıyla adeta 'hybrid' insanlar görüyorum. Beyaz fakat kalın dudaklı, iri burunlu zenci vücutlu beyazlar. İnceleyerek gidiyorum, baktığımı görenler gülümsüyor sanki insan davranışlarındaki ilk farkı yakalamış oluyorum, sürekli gülümseme...Ekvator kuşağı ikliminin etkisi sanırım.

Şehir merkezinin çok dışında havaalanı. Şehir içi servis elli dakikada merkeze ulaştırıyor. Oteli adres sorarak buluyorum, odaya ulaşıyorum. Valizimi bırakıp camdan şehrin pek ana olmayan bu caddesinden koşuşturmalara bakıyorum. İnsanın ya da canlıların derdi aynı: beslenmek ve barınmak. Ablamın yaptığı glutensiz kekleri yiyorum. Yatağa uzanıyorum. Yatak, çocukluğumda köyümüzde kaldığım evdeki  yünden yapılmış döşeklere benziyor. Topak topak bir şeylerin üstünde yatıyor hissi olsa da anestezi almış gibi derin uyuduğumu sabah kalkınca anlıyorum.

Brezilya'nın para birimi Real. Liraya eşit aşağı yukarı. Kambiyo bürosuna gidip dövizleri Real le takas yapmam gerekiyor. Aklıma TL’nin de kovertible olduğu geliyor, teklif ediyorum.Kabul edilmiyor. Bürodan çıkıyorum. Bir dilenciye üzerine işaret koyduğum beş doları, gün olur tekrar cebime girer mi umuduyla, Brezilya'dan dolaşıma sokuyorum. Sao Paulo'da sadece bir müze var o da tabii ki futbol müzesi. Onu ziyaret ediyorum. Adının tamamını bildiğim futbolcu isimleri yazılmış, teknolojik bir müze, çıkış üst kattan, çıkışta isteyene penaltı atışı yaptırılıyor. Taffarel'e gol atmak süper neşelendiriyor beni!

Bir an önce Arjantin’e gitmek istiyorum çünkü Noel başladı. Bu benim gibi turistler için sorun, sorun da şu ki: bütün cezaevlerinden suçlular iki ay izinliymiş ama her yıl verilen bu izin sonucu şiddet çoğalıyor, sadece küçük bir yüzde dilimine sığacak mahkum cezaevine geri dönüyormuş. Gerçekten televizyonda sürekli hırsızlık ve cinayet haberleri görüyorum.
                                                                                                        
Arjantin için bilet alıyorum. O gece 25 Aralık Buenos Aires’e uçuyorum. Yolculuk 4,5 saat sürüyor. Türkiye ile saat farkı beş. Ulaşınca Brezilya’dan daha sıkı bir pasaport işlemi ile karşılaşıyorum. Polis İngilizce konuşmuyor, İspanyolca neden geldin, nereye diye soruyor. Rezervasyonumu gösteriyorum.
 
İspanyolca adı 'güzel havalar' anlamına gelen Buenes Aires'te havaalanındayım hala.

Ucuz yoldan beni şehre ulaştıracak Oficial Taxi, yazan masaya yöneliyorum. Saat 00.30 civarı. Hava sıcak, kadın görevli resmi taksi bir saat sonra, diyor. Tabii ki kimse beklemiyor. Dışardaki karaborsacılarla pazarlık ederek şehir merkezine, Eva Peron’un evinin yanındaki üç yıldızlı bir otele gidiyoruz. Taksicinin hızlı İspanyolcasına yetişemiyorum. Bana kartını veriyor. Gece  otelimde uyuyakalıyorum.

Bounes Aires Maradona!!

Sabah çok erken uyanıp dışarda kahvaltı yapmaya karar veriyorum. Beş peso yaklaşık bir TL. Sokaklar çok düzenli, eski tarihi binalar…Çok sayıda polis görüyorum. Ama çok güler yüzlüler. Boy sınırlaması yok,1.55 cm’lik polisler var. Eva Peron'nun müze olan evini buluyorum. Sokakta Arjantin'in simgesi tango yapan bir bayanla kısa bir tango denemesinden sonra, Maradona'ya tıpatıp benzeyen biriyle fotoğraf çektiriyorum.100 peso istiyor.90’a anlaşıyoruz. Papa Frensico'nun heykeli, Messi'nin heykelini her yerde görmek mümkün.
 
Denizden uzaklığı botla bir saat olan Uruguay'ın başkenti Montevideo'ya gitmek için limana gidiyorum.1000 dolar istiyorlar, bir saatlik mesafeye. Ben de motorlu sandal buluyorum güvensiz ama ucuz. Arjantin'de lezzetli kırmızı etleriyle ünlü restoranları deniyorum. Çok lezzetli et yemekleri yiyorum. Hem de ucuz. Anguslar buradan gidiyor sanırım Türkiye'ye. Rastladığım cadde, sokak dükkan isimleri İtalyanca ve ABD deki eyalet isimleriyle aynı. Florida, Palermo gibi.

Latin Amerika tipi mangal Churrasco
 

Şehir turu sırasında dedesinin adının Sabri olduğunu söyleyen tıp fakültesi öğrencisi Jesica isimli bir satıcı kızla Türkiye hakkında konuşuyoruz. (Türkiye konusunun açılma sebebi kolumun iç kısmın yaptırdığım 'Türkiye' dövmesini görmesi)  Rahmetli denizci cesur Sabri Dede'yi anıyoruz. Jesica eğitimi bitince Ordu'ya gelmek istediğini söylüyor.

Görmem için bana da önerilen %80'i Arjantin'de, %20’si Brezilya toprakları içerisinde kalan 'Büyük Su' anlamına gelen İguazu şelaleleri. Dünya mirası listesinde. Muhteşem, sayısız şelaleler, gerçekten görülmeye değer.

Otelden ayrılırken resepsiyonist bana Altıntop, Belezoğlu Emre, Fatih Terim ,Hakan Şükür isimlerini sayıyor ben de ona Boca Juniors diyorum. Çok mutlu oluyor. Çünkü Maradona o takımda ünlü oldu.

O gece tekrar Sao Paulo'ya dönüyorum. İç hatlara havaalanına gitmek için taksideyim. Amacım Rio'ya gitmek. Taksici bana hırsızlar için gene dikkat uyarısında bulunuyor. Sabah 6 civarı internette 450 TL’ ye bulduğum bilet havaalanına gidene kadar 2000 TL olmuş ama gitmeye kararlıyım. Mahşeri kalabalık bu ülkedeki krize inanmıyorum.
 
Ve Rio..

 
Dünya nın ikinci yedi harikası listesinde ki İsa Heykeli Rio
 

Aslında Noel hatırına salıverilen suçluların tercih ettiği, TV'de izlediğim şiddet ve hırsızlık görüntülerinin merkezi Rio de Janeiro. Dünyanın yedi harikasından biri olan Hz.İsa’nın heykelinin bu şehirde bulunması, noelde ziyaret edilme isteği ve yeni yılı karşılamanın merkezi haline getirilmiş Copacabana Plajı bu şehirde olması turist çekiyor. Haliyle çok turist demek, hırsızlar için çok müşteri anlamına geliyor.

Uçaktan inip internet marifetiyle gene rezervasyonu yaptığım Atlantic Oteli'ni arıyorum. Taksiciyle uzun süre bu aramamız sürüyor çünkü otellerin büyük kısmının adı Atlantik ön ismi ile başlıyor. Bunun nedeni Atlantik Okyanusu kıyısında olması. Neden sonra benim olan(!) Atlantik otelini buluyorum. Sabah 7.30 ama resepsiyonda inşaat var gürültüden resepsiyonist ile zor anlaşıyoruz. İnanılmaz ama her taraf turist kaynıyor. Her milletten... Fakat resepsiyonist turizm lisesi stajyer öğrencileri hatırlatacak tecrübesizlikte, çelimsiz  bir çocuk üstelik 'kekeme'. Müthiş bir karmaşa yaşanıyor. Bekleyen onlarca insan var lobide. Resepsiyona yaklaşınca oradaki herkesin problemi benim de problemim oluyor: saat 14'ten önce odalara yerleşmek yasak. Yaklaşık altı buçuk saat var. Saat çok erken olmasına rağmen feci sıcak. Zira saat 12 civarı 55 dereceyi buluyor. Saatimi cebime koyup, cüzdanımı ve telefonumu  kemer bölgeme yerleştirip, gömleğimi dışarı çıkarıyorum. Dışarıyı bir kolaçan edip ,belki saat 14’den önce yerleşeceğim bir yeni otel bulabilir miyim diye yola koyuluyorum. Her otel tıklım tıklım... Bulduklarım feci pahalı. Açlık had safhaya ulaşınca bir kafeteryaya oturup bir şeyler atıştırıyor, sosyal ağlara bağlanıp Türkiye’ye göz atıyorum. Kar İstanbul ve Ankara'yı çaresiz bırakmış, doğrular yere göre değişir' diye düşünüyorum. Brezilyalı garsona ocak ayı çok soğuk diyorum. Delisin der gibi gülümsüyor. Bu sıcak havada otele dönüyorum. İri bir adam daha eklenmiş resepsiyon görevlisi olarak ne rahat insanlar diye düşünüyorum, Avrupalı turistler çok rahatsız düzenden ama yerli olanlar ülkelerinin durumunu kanıksamışlar, koltuklarda uzanmış, içleri geçmiş, umursamaz bir tavır içerisindeler. İri adamla şansımı tekrar denemek istiyorum. Ben mümkün mü? odaya yerleşmek derken 14.00’dan önce  kontrol edeyim diyor bana bakmadan. Nihayet odaya çıkıyorum. Çatıya yakın bir oda. Ancak aşağıdakinden daha büyük gürültüler var.
 
En iyisi plaja gitmek deyip okyanus sularıyla buluşuyorum.2 metreyi bulan dalgalar geliyor, buna alışık olmayan ben yüzme debelenme arası uğraşırken, bir zenci genç sörf tahtasını suya koyup duruşunu bozmadan dimdik yanımdan geçip gidiyor. Şaşkınlıkla bakarken ardından acaba burada kaç yıl yaşarsam böyle 'cool 'girerim suya diye düşünüyorum. O sırada sahilden girdiğim noktadan çok uzaklaşmış olduğumu t-shirt‘ümü astığım güneşliğe bakarak anlıyorum.

Dünyanın gözü Copacabana Plajı’nda. Yılbaşı sembolü olduğu için dev ekran kurma çalışmaları gecede devam ediyor. Saat 24’e kadar insan davranışlarını incelemek için plaj civarındayım. Uyuşturucu kullanan ortaokul çağında ki çocuklar, çocuk yaştaki kızların kadın halleri ve yarı aç dolaşırken bir sosyal ağda diş hekimi bayan arkadaşımın yapıp paylaştığı Türk yemekleri, iyi ki Rio da yaşamak zorunda değilim dedirtti bana. Rio’da talebin kalitesi bozuk diye mi arz bozuk ya da tam tersi mi anlayamadım. Yarın ilk işim İsa heykelini görmek deyip otelime, odama doğru yürüyorum.

Sabah kahvaltısından sonra bir taksiciyle konuşuyorum, çok trafik olmasına rağmen Hristiyanlar için kutsal bir alan olup ziyaret edilen, İsa heykelini görmeye kararlıyım. İki türlü ulaşım mümkün, tren aracılığıyla diğeri ise şehrin içindeki Tijuca Ormanı içinden tırmanarak. Bu bir parça güvensiz ama daha hızlı. Otel görevlileri yanında kimse yoksa o yolu kullanma diyorlar. Siyahilere karşı bir güvensizlik gözüme çarpıyor. Büyük oranda üniversite bitirip meslek sahibi olanlar veya yüksek kademeyi İtalyan asıllı beyazlar doldurmuş. Aşırı sıcak ve sürücülerin bayan olmadığı anlaşılmasın diye araç camları film ile kaplandığı için bende fark edemeden durdurduğum araç sürücüsü 'binmemeye dikkat et' denilen siyahi bir genç. Ama gende de biniyorum. Sohbet ediyoruz ben tedirginim!! Orman içinden geçerken bu bölgede çok cinayet işleniyor falan diyor. Kafamdan çok hızlı planlar yapıyorum. Ne kadar Uzakdoğu, Yakındoğu(!)sporu bilsen de bu adama 'para etmez 'diye düşünüyorum. Aşağısı uçurum olan şahane bir yeşilliğin ortasında aracı yavaşlatarak- burada manzara süperdir, fotoğraf çek istersen' diyor. Ben dönerken yürüyeceğim o zaman çekerim,  gibi bir şeyler diyorum.
Dört saat süren trafik ve bilet kuyruğu, tırmanış  çilesinden sonra hedefe ulaşıyorum. Tam bir hayal kırıklığı. Yapı hakkında bir tek kelime tanıtım bilgisi yok. İnternet'ten okuyup öğreniyorum, okuyorum tarihçelerini. Türk kavimlerinin, Osmanlı'nın yaptıkları eserlere, çeşmelere bile kitabe koymaları geliyor aklıma.

 Üç saat süren bilet kuyruğunda bir Hollywood yıldızını gözüm ısırıyor. Merakıma yenik düşüp soruyorum 'Siz Jurasic Park oyuncularından değil misiniz?' gülümsüyor, 'evet' derken. Siması çok tanıdık ama ismini internete bakıp öğreniyorum. Wayne Knight, O da bir nevi 'hacı' olmak için ziyarete gelmiş.

Hollywood Yıldızı görmüş oldum!!
 Bu şehirde görecek ilginç bir yer, İstanbul’a dönmek için Sao-Paulo’ya dönebilirim .Akşam kısa bir uçak yolculuğuyla dönüyorum, aklımda olan Latin Amerika mutfağının vazgeçilmezi 'Churrasco'u denemek için kendimi restoranda buluyorum. Et lokantası ne yiyeceğiniz soruluyor, sığır deyince 'büyükbaş bir hayvan figürü getiriliyor, üstünde numaralar var. Seçiyorsunuz. Ben her numaradan istedim, közde pişmiş, ama uzun süre terbiye edildiği belli lezzetli bir deneyim oluyor benim için.

Brezilya nın pek övünecekleri pek tarihi yok!!

Kaldığım otelden tekrar İstanbul'a dönmek için İnternasyonal Havaalanı'na gidiyorum. Sabaha karşı uçağın içindeyim ,güler yüzlü personel, yaşadığım bir haftalık yaz mevsiminin sıcaklığı yerini Türkiye’deki hali hazırda olan karakışa bırakacak. Muayenehane rutinime uçak beni götürürken uçak içi dergilerden kendime yeni rotalar bakıyorum!!! Galiba en çok varılacak yere ulaşmayı değil de, yolda olmayı seviyorum. 

futbol müzesi