Lizbon denilince bizlerin tepkisi genelde “İstanbul’a en çok benzeyen şehir” oluyor. Elbette Portekiz’in başkenti bu güzel ve tarihi şehrin daha birçok özelliği var. Çok köklü bir tarihe sahip olan Lizbon, kaşifler şehri olarak da biliniyor. Macellan, Vasco de Gama gibi çok ünlü kaşifler hep buradan çıkmış. Zaten kaşiflere ve dünyayı bugün bildiğimiz yer haline getiren meraklı ruhlara adanmış, oldukça görkemli bir Kaşifler Anıtı da var Lizbon’da.
Hazır keşfetme ruhundan bahsetmişken bu anıtı ve Lizbon’un görülmeye değer güzelliklerini gezmeye başlayalım. Lizbon’a İstanbul’dan direkt uçuş var. Portekiz vizesi almak biraz uğraştırabiliyor ama uçuş seçenekleri konusunda sıkıntı yok. Lizbon’a İstanbul’dan direkt uçuş var. Yaklaşık 5 saat süren uçuştan sonra Lizbon’a iniyoruz.
Otelimiz Tejo Nehri’ne çok yakın bir konumda seçtik ki şehri gezerken otele gidiş dönüşlerde zamanımızı fazla harcamayalım. Otelimizin ödemesini yaptıktan ve odamızda biraz dinlenip yol yorgunluğunu attıktan sonra kendimizi sokaklara bırakıyoruz. Lizbon tatilimizin ilk gününü şehrin dar ve renkli sokaklarında aylak aylak gezmeye ayırdık. Yani bugün biraz sırt çantalı turist modundayız.
Lizbon bol merdivenli ve yokuşlu bir şehir. İstanbul ve Roma’ya benzetilmesinin ilk sebeplerinden biri de zaten tepeler üzerine kurulmuş olması. Ama telaşlanmaya gerek yok çünkü şehir içi ulaşım çok iyi düzenlenmiş. Özellikle daracık sokaklarda kıvrılan nostaljik tramvayları insanı alıp çocukluğuna götürüyor.
Deniz Ürünlerinin Başkentlerinden Biri
Biz de çocuklar gibi şen devam ediyoruz gezimize. İlk olarak Tejo Nehri’nin civarındaki Praca do Comercio’da alıyoruz soluğu. Bu cıvıl cıvıl meydanda birçok restoran mevcut. Biz de güzel bir yemek yiyerek enerji depolamak istiyoruz. Lizbon’a gelince yiyip içmeden dönülmemesi gereken üç şey var; deniz ürünleri, şarap ve tabii ki meşhur mu meşhur Belem Pastanesi’nin spesiyali Pastel de Nata tatlısı.
Biz şu an sağlam bir öğün yeme isteğindeyiz, Pastel de Nata’yı daha sonra kahvenin yanına saklıyoruz ve kendimize dört dörtlük bir yemek sipariş ediyoruz: Caldo verde denilen ve içinde lahana, baharatlı patates ve tütsülenmiş sosis bulunan aşırı doyurucu ve lezzetli bir çorbayla başlıyoruz. Ardından da ızgara sardalyaya geçtik.
Aslında biz buranın neredeyse milli yemeği sayılan ve “sadık dost” diye takma isim bile koydukları Bacalhau’yu yemek istiyorduk ama morina balığı en taze bahar aylarında olurmuş. “Bir dahaki bahara…” dedik ve yemeğimizin keyfini çıkarmaya devam ettik, söylemeye gerek yoktur herhalde, yanında da nefis bir Porto şarabıyla…
Sana Dün Bir Tepeden Baktım Aziz Lizbon…
Çok lezzetli ve doyurucu yemek molamızdan sonra Tejo nehri çevresinde gezimizi sürdürüyoruz. Buradaki ilgi çekici noktalardan biri 25 Nisan Köprüsü. Köprünün adının hikayesi ilginç. Yapıldığı zaman adını diktatör Salazar’dan alan köprü, şimdiki adını Salazar’ın iktidardan devrildiği gün olan 25 Nisan’dan almış. Bu köprüyü görünce bir kafasında bir şeyler çağrışıp da çıkartamayanları ferahlatalım, evet aynı San Francisco’nun meşhur köprüsü. Zaten iki köprünün mimarı da aynı.
Hazır buralardayken şehrin tüm manzarasını aynı kareye sığdırmak mümkün. Bunun için biraz daha tırmanmak gerek, Belem Kulesi örneğin, “Sana dün bir tepeden baktım aziz Lizbon” diye mırıldanmak için ideal.
Aynı İstanbul gibi Lizbon’da da şehrin iki yakası köprülerle bir araya geliyor; Vasco de Gama ve 25 Nisan Köprüleri şehri birbirine bağlıyor.
Daha önce defalarca ziyaret ettiğimiz ve her defasında İstanbul’a benzerliğiyle, yemekleriyle, çok canlı sokakları, Fado müziğinin etkileyiciliği ve tarihinin derinliğiyle bizi büyüleyen Lizbon’da bu kez vaktimizi eğlenmeye, yeme içmeye ve elbette alışverişe ayırmaya karar verdik.
Şehrin en önemli yerlerini, mutlaka görülmesi gerekenleri, müzelerini, tarihi yapılarını birçok kez gezdiğimiz için bu kararı verirken içimiz rahattı. Yine de ilk günü görmekten mutluluk duyduğumuz birkaç gezi noktasına ayırdık. Ama akşam için başrolde çok iyi bir restoranda yemek ve ardından Fado gecesi var.
Lizbon Geceleri: Şaraba ve Fado Müziğine Doyuyoruz
Lizbon, çok köklü bir tarihe sahip olduğu için gece hayatı da Avrupa’nın kimi şehirlerini ele geçiren “club”lara teslim olmaktan çok uzak, şehir zengin kültürünü eğlenceye dönüştürmeyi başarmış durumda.
Lizbon’un sokak sanatçıları, özellikle müzisyenleri şehri açık hava festivaline çeviriyor. Neredeyse her meydan çok canlı ama bizim için Bairro Alto’nun ayrı bir cazibesi var. Doğrusu bu cazibe sadece bizce değil, gerek yerel halk gerekse turistlerce de onaylanmış durumda. Burası Lizbon’un en popüler yeri desek yalan olmaz.
Bairro Alto’da hemen hemen her sokaktan müzik sesinin geldiğini, insanların sokaklarda ya da onlarca mekanda içki içip dans ettiklerini görebilirsiniz. Tarihi 16. Yüzyıla dayanan bu semt dar sokaklarıyla ve deniz kokusuyla biraz Venedik’i de çağrıştırıyor. Duvarlara sinmiş deniz kokusuyla kulaklara çalınan Fado müziğinin birlikteliği insana bir yanıyla tatlı, garip bir hüzün veriyor.
Kim bilir belki de denize açılıp geri dönemeyen talihsiz denizcilerin ruhu da oturup kendileri için yakılan ağıtları, yani bildiğimiz ismiyle Fado dinliyorlardır. Fado müziği kulağa ne kadar hüzünlü gelse de dansla birleşince çok hoş bir seyirliğe dönüşüyor.
Fado müziği ve danslarını izlemek için çokça tavsiye edilen Luso’yu tercih ediyoruz. Luso’da yemek, şarap ve Fado gösterisi şeklinde “büyük seçim” yapıyoruz. Yurt dışı seyahatlerinde Exchange ofis aramakla, yanında sürekli yeterli nakit var mı endişesiyle uğraşmak
istemeyenler için –ki biz de bunlardan biriyiz- iyi haber, Luso’da ve Lizbon’un daha pek çok yerinde gönül rahatlığıyla kredi kartınızı kullanabilirsiniz.
Bu arada Luso tam 300 yıllık bir geçmişe sahip ve Portekizlilerin en önemli Fado sanatçılarından Amelia Rodriquez burada sahne almış.
Belem Pastanesi’nin Benzersiz Lezzeti Pastel de Nata
Lizbon’da bir günümüz daha var. Onun da büyük kısmını alışverişe ayırmaya hazırız. Seyahatimizin ikinci ve son gününde gündüz yine dayanamayıp Jeronimos Manastırı’nı ziyaret ediyoruz. İtiraf edelim, asıl niyetimiz Belem Pastanesi’ne ulaşmaktı. Yolumuzun üstündeki manastırı Lizbon’a ilk gelişimizde gezmiştik, üstünden yıllar geçince insan bir kez daha ziyaret etmek istiyor.
Manastır 16. yüzyıldan kalma, içerisinde Vasco de Gama'nın da mezarı bulunuyor. Manastır, 1983 yılında UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne alınmış. Manastıra giriş 12.50 Euro.
Manastır ziyaretinden sonra Belem Pastanesi’nde bir molayı hak ettik. Pastais Belem’in de 1837 yılında açıldığını söyleyelim ve “insanlar şehirlerini ne güzel koruyor, hafızalarına ne güzel sahip çıkıyor” diyerek şöyle bir hayıflanalım. Şimdi üzüntümüzü dağıtmak için güzel bir tatlıya ihtiyacımız olduğuna göre gelsin Pastel de Nata.
Belem Pastanesi’nin önünde her daim kuyruklar oluşturan bu tatlı, bizim damak tadımıza gayet uygun bir hamur işi aslında. Üstüne tarçın dökülüyor ve kahveyle birlikte afiyetle yeniliyor. Bu arada paket yaptırmayacaksanız sıraya girmenize gerek yok, içeride iç içe geçen odalarda bir masaya kurulup hem pastanenin ilginç dekorasyonunu ve tarihi havasını hissedebilir hem de içi krema dolu, üstü tarçın kaplı nefis Nata’ların tadına doyabilirsiniz.
Tarih Kokan Sokaklarda Alışverişe Çıkıyoruz
Artık ağzımızın tadıyla alışverişe başlayabiliriz. Daha önceki deneyimlerimizden tecrübeliyiz, Lizbon’dan eşe dosta hediye etmelik şarap almadan dönmek ölümcül günah olarak görülüyor. Tabii Lizbon’un yeri Porto şaraplarından sonra gelir ama yine de hatırı sayılır güzellikteler. Hazır şarap alıyorken buraların meşhur vişne aromalı likörüise Ginjinha’yı atlamıyoruz. Üçe beşe bakmadan çok sayıda küçük hediyelik eşyayı da sepete ekliyoruz. Hediyelik eşyalarda horoz ve sardalya figürleri çok tutuluyor.
Biz alışveriş olayını bu kez biraz geniş tutmak istediğimiz için üşenmiyoruz ve daha önce uğrama fırsatı bulamadığımız Colombo Shopping’e gidiyoruz. Burası şehrin en büyük alışveriş merkezi. Araştırırken içerisinde 370’den fazla mağaza olduğunu okuduk.Bir diğer tercihimiz de Campo Pequeno oluyor. Burayı seçmemizin sebebi zengin seçenekler sunmasının yanında gezgin alışkanlığına boyun eğmemiz, bina mimari açıdan öyle görkemli görünüyor ki, adeta sarayı andıran bu alışveriş merkezini gezmezsek olmazdı.
Bu arada o mağazadan bu alışveriş merkezine koştururken ve ellerimiz de yavaş yavaş dolarken elbette taksiler imdadımıza yetişiyor. Bu şehirde taksi fiyatları gayet uygun. Genellikle kredi kartı kabul etmiyorlar ama biraz çaba harcarsanız edenleri bulabilirsiniz.
Çılgın alışveriş keyfimizde son durağımız 1755 yılına tarihlenen The Baixia Pombalina oluyor. Burası son gününü alışverişe ayıran ama gönlü de hala tarihi ve kültürel yerleri gezmekte kalan gezginler için bir taşla iki kuş vurabilecekleri bir yer. Burada alışveriş ederken kendimizi birkaç yüzyıl öncesine ışınlanmış gibi hissettik, elimizdeki alışveriş torbaları, cebimizdeki telefonlar ve cüzdanımızdaki kartlarla adeta bir zaman yolcusuyduk.
Kaşifleriyle ünlü Lizbon, sürprizlerle dolu sokakları, sokaklardan kıvrılan renkli tramvayları, deniz ürünleri, tatlıları, içkileri, Fado müziği ve dansları, yüzlerce yıllık binaları, tepeleri ve merdivenleriyle keşfetmeye doyulamayan bir şehir.