Oldukça erken kalkıp Kazablanka’dan 07.15’te yola çıktık. İstikamet Marakeş… Heyecanlıyım. Belki adından dolayı… Çünkü son derece gizemli, egzotik, otantik bir atmosferi çağrıştırıyor.
Berberi dilinde “mur(n)akush” denilen bu adın anlamının "Tanrının Ülkesi" olduğu söyleniyor (bknz). Daha geniş bir yorum için bknz: https://en.wikipedia.org/wiki/Marrakesh sayfası “Etimology” başlığı).
Yolda verilen kısa mola dahil toplam 3,5 saat sonra bir palmiyelikten şehre girdik. Uzaktan karlı Atlas dağları görünüyordu. Karlı dağlarla tezat palmiye ağaçları ise kızıl şehirle bütünleşmişlerdi ve masalsı bir hava vermişlerdi. Neden “kızıl şehir” dedikleri şehre girer girmez anlaşılıyor: Evler hep kızıl renkte. Kum fırtınalarının kirliliğinden kurtulmak amaçlanmış bu renk seçiminde.
Marakeş’te bize eşlik edecek yerel rehberi de alıp eski şehir dedikleri Medina’ya geçtik. Rehber de şehir kadar ilginç geldi bana. İri cüsseli, fötr şapkalı ve bir elinde baston. Sanki Alaattin’in lambasından çıkmış bir cin ve bizi nereye istersek oraya götürecekmiş gibi duruyor. Dileyin benden Marakeş’te neresini dilerseniz?
Fas’ta Arapça’dan sonraki en yaygın dil Fransızca ve nitekim yerel rehberimiz de Fransızca’yı ana dili kadar iyi konuşuyor. Ama Türk rehberle İngilizce anlaşıyorlar. Fransız aksanlı bir İngilizce bu ve rehberin dışında hiç kimse anlıyormuş gibi görünmüyor.
Rehberimizi yeni şehir dedikleri şehrin modern bölümünden aldıktan sonra Eski Şehir denilen Medina’ya doğru devam ediyoruz. Yahudi sokağı Mellah’tan da geçtiğimiz kısa bir şehir turundan sonra ilk durağımız Bahai (Behiye) Sarayı.
Bu saraya araçtan inip kısa bir yürüyüşle ulaşabiliyoruz. Ama ne yürüyüş? Geçtiğimiz sokaklar, evler ve yerel kıyafetleri olan cellabe (Fas’ın geleneksel kıyafeti) giymiş insanlar bana bir “Binbir Gece Masalları”ndaymışım hissi veriyor. Hızlı hızlı sokaklardan, çarşılardan geçiyoruz. Kimi zaman atlı arabalar bizi ezmesin diye kaçıyoruz, kimi zaman birine çarpmamaya çalışıyoruz. Tam bir curcuna içinde sanki bir geçmiş zaman atmosferi içindeyiz. Kimsede bizim farkımızdaymış gibi görünmüyor. Cin bizi geçmiş zamana mı getirdi acaba?
Evet evet Behiye Sarayı’ndayız şimdi. Bu karmaşanın tam ortasında bir saray… Marakeş veziri ya da yöneticisi ilk karısı Behiye için yaptırmış bu sarayı. Zat-ı muhteremin toplam 4 karısı varmış ve bir sürü de cariyesi… Vezirin 4 eşinden ilki Behiye imiş ve sarayda en büyük bölüm ona ait, diğer 3 eşin de sarayda kendi odaları var. Ama en büyük ve görkemlisi Behiye’ye ait. Saraydaki tavan süslemeleri, küçük ve gizli bahçeleri, ahşap işçiliği, mozaikleri hepsi dikkat çekici ayrıntılarla dolu. Ne yazık ki zamanımız kısıtlı olduğundan Cin önde biz arkada koşturmacaya devam ettik Keşke uçan halısı da olsaydı. Bu keşmekeşte çok işe yarardı.
Behiye Sarayı’ndan sonraki durağımız bir restaurant. Zira Casablanca’dan Marakeş’e yol çok uzundu ve Behiye Sarayı’nda geçirilen saatler öğlen yemek saatini oldukça geçirdi bile.
Yemek yine otantik bir restauranttaydı. Bu kez iki yerel çalgıcıda müzikleri ile bize eşlik etti. Ama fotoğraf çekmeye kalktığımızda hemen başlamadan açık açık para istemeleri bizi oldukça şaşırttı. Mısır’da olduğu gibi. Burada da bahşiş oldukça yaygın.
Yemekten sonra cin önde biz arkada Jama el Fna (anlamı konusunda kesin bir bilgiye ulaşamasam da “Jama” Arapça’da “toplanmak”tan türetilmiş bir kelime olup “meydanı” ifade ediyor olsa gerek) meydanına yürüyüşe geçtik. Geçtiğimiz sokaklar, yol boyu gördüklerimiz "evet ben yabancı bir kültürdeyim. Evet burası da Müslüman, ama farklı" dedirten cinstendi.
Meydan kendi içinde düzeni olan bir kaos ortamı sanki. Bu anlatılmaz yaşanılır hiç olmazsa görülür. Yılan oynatıcılar, maymunlar, meddahlar, dişçiler, hünerlerini sergileyerek bahşiş koparmaya çalışan binbir çeşit insan ortada arz-ı endam etmekte.
Etrafında ise bir sürü seyir terası olan kafeler ve rengarenk nesneler satan dükkanlar meydanın etrafında sıralanmış. Bu meydana açılan gizli, gizemli, yılan gibi kıvrılarak devam eden ve labirent gibi çarşılara açılan sokaklar ve bu sokakların her biri farklı dünyalara açılan kapılar… Nitekim bizim cin şu saatte buluşalım diyerek bu sokaklardan birinde kaybolup gitti. Sonra öğrendim ki bu labirent gibi sokaklar geleneksel bir çarşı imiş ve Souk deniyormuş.
Bu meydanda 1 saat dolaşmak bile insanı şaşkına çevirmeye yetiyor. Yani kısaca cin çarpmışa dönüyorsunuz. Bu durumda hemen meydanın etrafındaki seyir terasları olan kafetaryalardan birine çıkabilir ve koyu bir kahve ile keyf çatabilir ya da naneli bir çay ile ferahlayabilirsiniz.
Benim seçtiğim kafe meydana tam hakim bir noktada… O karmaşaya karışmadan da bir film izler gibi meydanı izliyorum. Aslında siparişinizi verip ödeme yapmadan buraya çıkamıyormuşsunuz ama ben her nasılsa çıktım. Turnikeleri görüp anlam verememiştim. Yanıma gelen garsonun açıklaması ile farkına vardım ve hemen bir cafe noir(koyu kahve) söyleyip, meydanı yukardan seyretmeye devam ediyorum. Bir süre sonra gözlerimi meydandan alıp kafedeki insanlara yönelince, onların da benim gibi biraz tedirgin biraz şaşkın ve biraz da yorgun olduklarını görüyorum. Kafedekiler de benim gibi biraz cin çarpmış haldeler. Bu arada, öğrendiğime göre, meydanda geceleri de ayrı bir hengame oluyormuş. Yemek tezgahları, gösteriler ile kokular sesler birbirine karışıyormuş.
Kahvemi bitirdikten sonra dinlendiğimi hissediyor ve biraz daha meydanda dolaşarak alışveriş yapmak istiyorum. Ama sürenin iyice daraldığının da farkındayım. Yine de ara çarşılara dalmaktan da çekinmiyorum. Hepsi birbirinden güzel takılar, rengarenk Fas işi pabuçlar, fesler, rengarenk başörtüler, oryantal kıyafetler, ahşap oyma nesneler, Fas’a özgü renklerde ünlü seramik kaseler ve kap kacaklar, fiyatıyla uçan halılar, kilimler, ne ararsanız var. Fiyatlarını soruyor ama almadan kaçıyorum. Daha doğrusu ellerinden zor kurtuluyorum ve tabii arkamda sorduğum şeyin fiyatını yarı yarıya indirmiş bağıran satıcılar bırakarak. Koştura koştura buluşma noktasına geldiğimde kimseyi göremiyorum. Neyse ki şaşkınlığım uzun sürmüyor ve fötr şapkalı cinimiz ortaya çıkıyor. Diğer arkadaşlar da gelince hep birlikte Kutubia Camii yönüne doğru yürüyüşe geçiyoruz.
Cami deyip geçmeyelim Bu öyle sıradan sıradan bir cami değil… Çok ünlüymüş. Özellikle minaresinin çok özgün bir mimaride olduğunu söylüyor rehber cinimiz. Görünüşü de bunu kanıtlıyor gibi. Jama el Fna meydanının her yerinden bu minare görülebiliyor. Yaklaştıkça işlemeleri de fark ediliyor. Kimbilir içi nasıldır? Ama bu merakımızı gideremiyor ve dışarıdan bakmakla yetiniyoruz. Çünkü malum Fas’ta camiler yalnızca namaz vakitlerinde açılıyor ve bizim bekleyecek vaktimiz yok.
Caminin hemen yanında trafiğe açık bir meydan var ve bu meydanla Jama el Fna meydanı arasındaki ağaçlı yolun bir kenarında faytoncular sıralanmış. İster binip etrafı dolaşın isterseniz onların fotoğraflarını çekin. Jama el Fna meydanı ve arkada görülen Kutubia Cami minaresi arada yerel kıyafetli insanlar ve faytonlar Fas fotoğraflarının ve hele hele Marakeş fotoğraflarının vazgeçilmezleri…
Buradan sonraki durağımız kraliyet mezarları oluyor. Eski bir saray kalıntısının içine kral ve kraliçelerinin naaşlarını gömmüşler ve bunların üzeri sadece mozaiklerle kaplı olduğundan, şehrin tam ortasında kalan bu kalıntıların mezar olduğu yıllarca anlaşılamamış. Sözkonusu kraliyet ailesinin soyunun Hz. Muhammed’e dayandığı iddia ediliyormuş. Bu eski kraliyet sülalesine Sadi’ler deniyor.
Buradan çıktıktan sonra yine yürüyerek Fas’a özgü otantik şeylerin satıldığı devlet kontrolündeki büyük bir mağazaya gittik. Burada yok yok. Fas’a özgü ne ararsanız bulabilirsiniz. Her şey var ama pazarlık yok. Fiyatlar sabit. Biraz pahalı ama kalitesi devlet güvencesinde. Ülkemizdeki Dösim mağazalarını andırıyor. Ama onlardan çok çok daha büyük ve bir çok kattan oluşuyor. Burayı gezmek, satın almasanız da otantik objelere bakmak, dokunmak bile çok keyifli. Zaten görevlilerde siz yokmuşsunuz gibi davranıyor ve yardım istemediğiniz sürece yanınıza yaklaşmıyorlar. Sanki bir sergidesiniz… Fas etnografya sergisi bu…
Alışveriş işini tamamladıktan veya sergiyi gezdikten sonra yeniden yürüyüşe geçiyoruz. Fas gezimde benim en çok hoşuma giden de bu kısa yürüyüşler oluyor. Bulunulan şehri tanımak, insanları görmek o ülke, o kültür hakkında birazcık fikir sahibi olmak için yegane fırsatlarım benim bunlar ve tabii fotoğraflamak için de... Bu yüzden de hep grubun en arkasında oluyor ve varılacak yere en son ben varıyorum.
İşte yine akşam oldu ve iri cüsseli, fötr şapkalı nazik cinimize veda ediyoruz. Marakeş’in meşhur bahçelerini, El Badi ve Dar el Makhzen Saraylarını ve daha pek çok yeri gezip göremeden yine dönüş yolundayız. Rehberimiz bizi teselli edercesine araçtan, uzaktan da olsa bir yerleri göstermeye çalışıyor, “keşke vaktimiz olsaydı da inip gezseydik” diyor. Ama zaman yok.
Sonuçta 1 gün de olsa Marakeş’teydik. Hani şu UNESCO’nun koruma listesindeki eski şehirde (Medina of Marrakesh, http://whc.unesco.org/en/list/331)… Hani manası “kızıl şehir” olan şehirde… Atalarımızın dediği gibi: “Bir acı kahvenin (cafenoir) 40 yıl hatırı vardır”.