Edirne Valiliği ve Trakya Kalkınma Ajansı’nın düzenlediği “Sinan’ın Ayak İzlerinde: Bir Payitahttan Diğerine Yolculuk” adlı iki günlük rota için 10 Nisan sabahı 12 kişilik bir basın grubu olarak İstanbul’dan yola çıktık. Yazının hemen başında bir tüyo vereyim: Mimar Sinan gerçekten çok büyük bir deha! Ve bunu sıkılmadan yazım boyunca tekrar edeceğim. Neden tekrar ettiğimi Sinan’ın eserlerini görme şansını yakalamış olan okuyucuların çok iyi anlayacağına eminim. Bu gezide göreceğimiz eserler: Adalet Kasrı, Sultan II. Selim Külliyesi, Sultan II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi, Lüleburgaz Sokollu Mehmet Paşa Külliyesi ve Büyükçekmece Sultan Süleyman Köprüsü.
Bursa’dan sonra Osmanlı Devleti’nin ikinci başkenti olan Edirne, Trakya Bölgesi’nin merkezi konumunda. Balkanlara açılan bir kapı olması sebebiyle de stratejik önemi büyük. Fatih Sultan Mehmet’in de dünyaya gözlerini açtığı bu topraklar farklı dokuları bir arada nefis bir ahenk içerisinde barındırmasıyla ünlü. Bugün toplam nüfusu 400 bini aşan Edirne’yi ve Mimar Sinan eserlerini büyük bir heyecanla gezdik.
1361 senesinde Sazlıdere Savaşı’yla fethedilen Edirne, 1453’te İstanbul’un fethine kadar Osmanlı Devleti’ne payitahtlık yani başkentlik ediyor. Bu tarihî topraklarda ilk durağımız mimarî bir yapı değil, bir restoran. Zira 3 saat süren yolculuğumuzdan sonra karnımız bir hayli acıktı. Meriç Nehri’nin kıyısında bulunan Lalezar Restaurant’da hemen ciğer siparişleri veriliyor ardından büyük bir afiyetle üzeri bol tahinli Hayrabolu tatlıları mideye indiriliyor. Edirne’nin iyice dövüldükten sonra unlanıp bol yağda kızartılan yaprak ciğerini ve Kemalpaşa tatlısının iricesi olarak adlandırabileceğimiz Hayrabolu tatlısını tadanlar mest olmuş halde. Bu tempolu geziye başlamak için herkes yeterince enerji topladı. Artık Trakya Kalkınma Ajansı’nın düzenlediği kokteyle katılabiliriz.
Kokteyl dünyanın en güzel otelinde, en çiçekli bahçesinde ya da şatafatlı bir davet salonunda değil, Selimiye Camii’nde. Büyüleyici yapının altında Mimar Sinan’ı şöyle anlatıyor Prof. Dr. Suphi Saatçi: “Bir mimar onun eserlerini 200 – 300 yıla sığdıramaz.” 100 yıl yaşadığı rivayet edilen Mimar Sinan ömrüne 365 tane yapı sığdırmış ve bu yapıların arasında bulunan Selimiye Camii’ni “ustalık eserim” diye adlandırmış. Selimiye Camii, değil bir ustanın, birkaç ustanın bir araya gelerek yıllarını vermesi gereken bir eserken Mimar Sinan ömrüne Selimiye’yle birlikte yüzlerce eseri daha sığdırmış.
İstanbul’un Vefa semtinde yer alan Şehzade Mehmed Camii’ni oğlu için Mimar Sinan’a sipariş eden II. Selim gördüğü eser karşısında çok etkilenir ve – Prof. Dr. Suphi Saatçi’nin aktardığına göre- şöyle düşünür: “ Şehzade için böyle bir eser yapan, benim için nasıl bir cami yapar?” Ve gerçekten de Mimar Sinan, II. Selim için dünyanın en etkileyici camilerinden biri kabul edilen Selimiye’yi yapar. Ne yazık ki II. Selim, Cami tamamlanmadan bir sene önce vefat eder ve kendi camisine görmeye ömrü vefa etmez.
Selimiye Camii’nden çok etkilenmiş bir biçimde, yarın bir daha görüşmek üzere ayrılıyoruz ve Karaağaç’a doğru yola koyuluyoruz. Yunanistan sınırına 4 kilometre uzaklıkta olan bu mahallede sevimli kafelerden birine oturup yorgunluk kahvemizi içiyor ve Tarihî Tren Garı’nı ziyaret ediyoruz.
Lozan Antlaşması’yla topraklarımıza katılan Karaağaç’ta bulunan tren garı bugün Trakya Üniversitesi Rektörlük Binası olarak kullanılıyor. Ne yazık ki, I. Dünya Savaşı’nın çıkmasından dolayı değişen tren yolları nedeniyle de hiçbir zaman faaliyete geçememiş tren.
Bugün Karaağaç’a uğrayan herkes trenin üzerinde fotoğraf çektiriyor.
Akşam yemeğinde Edirne’nin ünlü restoranlarından Hanedan’dayız. Tunca Nehri’nin kıyısındaki enfes manzaraya karşı yöresel şarapları ve Osmanlı mutfağına ait lezzetleri tatma şansı buluyoruz. İkram edilen lezzetler arasında “ayvalı yahni, kavun dolması, kalamar dolması, zırva kebabı, Hayrabolu tatlısı” gibi kendine has yemekler bulunuyor. Özellikle bal, badem ve incirle yapılan zırva kebabı çok beğeniliyor. İlk günü çok da uzatmadan bitiriyoruz zira ikinci gün çok daha yorucu olacak.
Mimar Sinan Rotası: Edirne Adalet Kasrı ve Fatih Köprüsü
Hilly Hotel’deki konaklamamızın ardından Adalet Kasrı ve Fatih Köprüsü’nü görmek üzere Sarayiçi’ne doğru hareket ediyoruz. Bir zamanlar bu bölgede bulunan Edirne Sarayı’nın ilginç bir hikâyesi var. Saray-ı Cedid’in temelleri 1451’de II. Murat tarafından atılmış (aslında ondan önceki saray, bugün Selimiye Camii’nin de olduğu KavakMeydanı’nda bulunuyormuş ancak nüfusun artmasıyla bu yeni saray yapılmış.) Saray’ın son halini alması 400 yıl sürmüş. Bu yapıya Divan-ı Hümayun yani Adalet Kasrı da 1465 yılında eklenmiş. Ancak Adalet Kasrı durmasına rağmen Saray bugün yok. “TopkapıSarayı’nın yavrusu” olarak adlandırılan bu saray bir davette en fazla 60 - 70 kişiyi ağırlayabilecek kapasitedeymiş.
1826’da Osmanlı Devleti’ne savaş açan Ruslar, panslavizm amaçlı İstanbul’da Yeşilköy’e kadar olan toprakları işgal etmişler. 1829’da Edirne Antlaşması’yla bu topraklar geri alınmış, ardından Ruslarla Kırım Savaşı da yaşanmış. Sultan II. Abdülhamid döneminde, İstanbul’dan buraya cephaneler taşınarak Saray’ın içerisi cephanelerle doldurulmuş. Plevne’de Osmanlı askerleri 30 bin kişiyle Rusları engellemeye çalışsa da başarılı olamamışlar. Bu süreçte Rumeli, “Anadolu daha önemli, biz oradan geldik.” düşüncesiyle biraz gözden çıkarılmış durumdaymış, bu sebeple de eğitimli askerler burada değil, Anadolu’da savaşmaktaymış. Edirne’yi boşaltma kararı alınca cephaneleri burada Rusların ellerine bırakmamak amacıyla, padişahın izniyle cephaneleri ateşe vermişler ve Saray yok olup gitmiş.
Adalet Kasrı ise dimdik ayakta duruyor, dönemin Adalet Bakanlığı diyebileceğimiz yapı Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle Mimar Sinan tarafından 1561’de inşa edilmiş. Muntazam kesme taştan oluşan kare planlı yapı dışarıdan oldukça sade gözüküyor. Adalet Kasrı'nın önünde bulunan iki dikilitaş ise farklı amaçlarla kullanılmış. Bunlardan birisine halk dilek ve isteklerini bırakırken diğerinde ise idam edilen kişilerin kelleleri ibret-i alem amaçlı olarak sergilenirmiş.
İstanbul başkent olduktan sonra da Saray önemini tam olarak yitirmemiş ve padişahlar bu sarayı avlanmak için geldiklerinde ya da törenler yapmak için kullanmışlar. Kasrın bulunduğu Has Bahçe’de hâlen Kırkpınar Güreşleri’nin gerçekleştiğini de öğreniyoruz.
Sarayiçi’nde Demirkapı ve Adalet Sarayı arasında Fatih’in emriyle yaptırılan Fatih Köprüsü’nün 1452’de yapıldığı düşünülmektedir. Tunca Nehri’nin üzerinde yer alan 9 köprüden bir tanesi olan köprüde, yarım ay tekniğinin kullandığını görüyoruz. Fatih Köprüsü’nde bulunan bu yarım dairelerin amacı üzerinden geçen araçların köprüyü esnetmesini engellemek zira yük bacakların üzerine biniyor. Ayrıca köprü taşkınlara karşı da eğimli olarak tasarlanmış. Kilit sistemiyle taş kullanılarak yapılmış olan köprünün altında bulunan küçük köprücükler de suyun şiddetini düşürmek üzere eklenmiş. Yapıda çimentoya yer verilmemiş, bu sayede de köprü günümüze kadar gelebilmiş.
Mimar Sinan Rotası: Edirne Sağlık Müzesi (Darüşşifa)
25 Mayıs 1484’te temelini II. Beyazıd’ın attığı ve dört yılda tamamlanan II. Beyazıd Külliyesi halkın ihtiyaçları doğrultusunda Edirne’de inşa edilmiştir. Ticaret Yolu üzerinde bulunan Edirne’de yaşayan halk darüşşifaya ihtiyaçları olduğunu padişahlarına iletmiş ve II. Beyazıd da bu isteği ikiletmeyerek tarihî şehre bir darüşşifa yani hastane yaptırılmasını emretmiştir. Mimarı bilinmeyen yapıyı kim yaptığı konusunda en güçlü aday Osmanlı’nın önde gelen mimarlarından Mimar Hayrettin’dir.
Süsleme ve işçilik bakımından camilerde göreceğimiz/gördüğümüz süslemeleri burada göremiyoruz. Zira burası bir sağlık merkezi ancak yine de kubbenin eteğinde mukarnas süslemesi bulunduğunu ve taşıyıcı öğelerin içlerinin mukarnas dolguya sahip olduğunu öğreniyoruz.
Darüşşifa, dönemin akıl hastalarının farklı yöntemlerle tedavi edildiği bir sağlık merkezi. Bu merkezde kullanılan yöntemler aynı dönemde Avrupa’da kullanılan yöntemlerden oldukça farklı ve insanî. Başlıca yöntemler arasında su ve müzik sesleri dinleme, hoş kokular teneffüs etme ve meşguliyet (sepet örme vb.) yöntemleri bulunuyor. II. Beyazıd Külliyesi’nde hamam, medrese, cami bir arada bulunuyor. Yani hocaların, öğrencilerin ve hastaların ihtiyaçlarının hepsinin tek bir yerden karşılanabileceği çok kollu bir kompleks.
Balkan Savaşları’nda yağmalanan ve restore edilen yapı, 2000 senesinde Trakya Üniversitesi tarafından kiralanarak müze haline getirilmiş. UNESCO’ya aday olan bu ödüllü yapının inşasına II. Beyazıd’ın 1480 yılında Edirne’ye gelip halkı dinlemesi vesile oluyor. Nüfusun artmasından ve sağlık ocaklarının yetersiz olmasından yakınan halka kulak veren II. Beyazıd darüşşifanın yapımı için hemen emir veriyor. 1484’te hizmete açılan darüşşifanın tam 400 sene hizmet verdiği biliniyor.
Osmanlı Devleti’nde hekim yetiştirme sistemi 17. yüzyıl sonlarına kadar usta – çırak ilişkisine dayanıyormuş ancak daha sonra hekimlerin yetiştirilmesi (Batı’nın da etkisiyle) bugünkü şekline yaklaşmaya başlamış.
Biraz önce bahsettiğimiz üzere, akıl hastalarını tedavi etme yöntemleri Avrupa’daki yöntemlerden bir hayli farklı. Akıl hastaları Batı’da ateşe atılırken burada su sesleriyle tedavi ediliyorlar, güzel kokularla huzur buluyorlar. Güzel kokular demişken, her ne kadar Isparta “güller diyarı” olarak bilinse de bu bölgede de çiçekçiliğe, özellikle gülcülüğe, önem veriliyormuş. Darüşşifa’nın bahçesinde bulunan envaiçeşit bitki yüzlerce hastaya şifa olmuş.
Müzik de burada uygulanan tedavi yöntemleri arasında başı çekiyormuş. Haftanın 3 günü 10 farklı makamla müzikle tedavi uygulanıyormuş. Her müzik makamının da farklı fayda ve etkileri olduğu düşünülüyormuş.
Meşguliyet tedavisi ise hastalıkları daha ciddi, ileri olanların odalara konup meşgul tutulmasıyla yapılıyormuş. Hastalar odalarında sepet örüyor ve kafes içerisinde odalarına konmuş olan kuşlarla ilgileniyorlarmış.
Eczanesinde ücretsiz ya da çok cüzi ücretler karşılığında ilaç verilen hastanenin bir başka özelliği ise dünyada çiçek aşısının ilk olarak yapıldığı yer olması.
Akıl hastalıklarının ve çiçek hastalığının yanı sıra çocuklarda hidrosefali, çıkık omurga kemiğini düzeltme, erkeklerde meme küçültme ve dağlama gibi tedaviler de burada uygulanıyormuş.
Mimar Sinan Rotası: Edirne Selimiye Camii
Sıradaki durağımız ise Selimiye Camii. 70 metre uzunluğundaki 4 minaresi ve 31,28 metre çapındaki devasa kubbesiyle Selimiye Camii “göz alıcı, büyüleyici, muhteşem” sıfatlarının çok ötesinde bir başyapıt. 1568-1575 yılları arasında inşa edilen ve yapımında 15 bin işçinin çalıştığı Cami, II. Selim tarafından kendi ganimetleriyle yaptırılmış. Selâtîn camileri aslında vakıf eserleri olan ve padişah ya da sultanların isimlerini taşıyan camiler ancak Selimiye Camii, II. Selim’in adını taşımasına rağmen devlet parasıyla yapılmış bir yapı değil.
Selimiye Camii’yle ilgili anlatacak elbette çok şey var. Öncelikle Cami’nin neden İstanbul’da olmadığından bahsedelim zira dönem itibariyle İstanbul başkent. Rehberimiz bunun nedenini üç başlık altında açıklıyor:
- II. Selim’in babasının camisi olan Süleymaniye Camisi’nden daha büyük bir cami olacaktı ve bu halkın “çekişme mi var?” diye düşünmesine neden olabilirdi.
- Rumeli’nin merkezi olan Edirne, köprü niteliği taşıyan ve her dinden insanın olduğu bir şehirdi, bu sebeple İslam kimliğini öne çıkarmak gerekirdi.
- Osmanlı’nın Rumeli’yi unutmadığını ve ne kadar önemsediğini göstermesi gerekliydi.
Öncelikle Cami’nin dışını keşfetmeye başlıyoruz. Üç renkteki sütunlar (yeşil, kırmızı, kum rengi) farklı yerlerden getirilmiş, yekpare parçalar. Mısır’dan, Kavala’dan getirilmiş olan sütunlar var. Bunlar toprağın 5-6 metre altına kadar gidiyorlarmış. Sütunların bağlantı yerlerinde kazınmış lale motiflerini görüyoruz.
Kubbeden bahsetmeden olmaz. İçeriden ve dışarıdan ayrı ihtişamlı olan kubbe, dönemin en büyüğü. 43 metre yüksekliğinde kubbenin bu denli büyük olmasının altında elbette ki önemli mesajlar var. Birincisi, “ne kadar büyük kubbe, o kadar büyük cemaat” anlayışını yansıtmak ikinci olarak da Allah’ın birliğini göstermek.
Selimiye Camii’nin çok hoş bir detayı da yağmurda gizli. Yağmur yağınca kubbeden aşağı doğru süzülen su, kıble yönünde dökülüyormuş. Mimar Sinan’ın dehasını hayran olmamak elde değil. Sinan, burada filozof yönünü de gözler önüne sermiş ve her şeyin Allah’tan geldiği ve onunla alakalı olduğu düşüncesini muhteşem bir biçimde göstermiş.
İkisinin erkek, ikisinin dişi olduğu rivayet edilen minareler 70 metre yüksekliğinde. Yunanistan’dan Edirne’ye gelirken 15 - 20 kilometre kala minarelerin görünmeye başladığını aktarıyor rehberimiz. Bu kadar uzaktan görülebilse de minareler, aynı anda farklı minarelere çıkan üç kişinin birbirini görebilmesi mümkün değil.
Üçer şerefesi bulunan minarelerin ikisine üç farklı yoldan çıkmak mümkün. Özel izinler alarak biz de minarelerin 300’ü aşkın basamağını tırmanıyor ve güzel Edirne’ye bir de tepeden bakıyoruz. Hava biraz sisli ancak bu Edirne’nin güzelliğini saklamaya yetmiyor. Taş üstüne taş konarak inşa edilmiş Selimiye Camii mi daha güzel yoksa Edirne mi, düşünüyorum. Sanırım ikisini birbirinden bağımsız olarak düşünmemek gerek. Edirne ve Selimiye Camii, etle tırnak gibi.
Selimiye Camii’nin içine girme zamanı ama kapı dahi kendisine saatlerce baktıracak güzellikte. Baykuşun suratını anımsatan süslemelere dikkatlice baktığınızda ters laleleri görebilirsiniz. Artık betimleyecek sıfat bulmak daha da zor. Mavi, kırmızı, beyazın güzelliği Edirnekâri, mozaik ve hat sanatıyla bütünleşmiş.
Kubbenin hemen altında bulunan müezzinler mahfili biraz yüksekçe, 2,4 metre yüksekliğinde. Mahfilin Selimiye’ye sonradan getirildiği düşünülüyormuş zira estetik olarak bütünden biraz farklı. Mahfildeki kırmızı renge de “Edirne kırmızısı” deniyormuş.
Altında da yekpare mermerden yapılmış bir küçük havuz bulunuyor, bu tür küçük havuzlar Selçuklu ve erken Osmanlı dönemini yansıtıyormuş.
Hemen yan taraftaki bacakta mermerde gizli bir “ters lale” motifi bulunuyor.
Görmesi biraz zor. Ters lalenin “her şeyin Allah’tan gelip Allah’a gideceğini” ifade ettiğini rehberimizden öğreniyoruz. Lale ve Allah kelimelerinin Arapçada yazılışlarının aynı olması da bir başka detay. Ters laleyle ilgili iki rivayet var:
- Mimar Sinan’ın çok sevdiği torunu Fatma vefat ediyor fakat Sinan torununun yanına gidemiyor ve çok üzülüyor. İnşaatta çalışan işçilerden birisi de onun anısına “her şey Allah’a döner.” anlamında bu laleyi yapıyor.
- Diğer rivayete göreyse, mahfilde bulunan ters lale -biraz önce belirttiğim gibi sonradan eklenmişse eğer- insanoğlunun ne yaparsa yapsın kusurlu olduğunu, bir tek Allah’ın kusursuz olduğunu vurguluyor.
İlerleyince minberin ihtişamından büyüleniyoruz. O da yekpare mermerden yapılmış ve bana bal peteklerini anımsatıyor. Mermeri oyup da böyle bir güzellik yaratmak, muhteşem öyle değil mi?
93 Harbi’nde çinileri yağmalanan, duvarlarından birine top saplanan ve depremler atlatan Selimiye Camii, yüzlerce yıl geçmesine rağmen güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, olağanüstü bir yapı. Yıllar içerisinde değişen estetik anlayışımıza rağmen, her dönem beğenilen ve imrenilen Selimiye Camii, Edirne’nin kuşkusuz ki en kıymetlisi. Eğer halen Edirne’ye gelmemiş ve Selimiye’yi görmemişseniz çok şanslısınız! Çünkü bu kadar değerli bir mimarî yapıyı keşfetme ve hissetme olanağınız var.