Lübnan’ın başkenti olan Beyrut, Baalbek’ten yaklaşık 130 kilometre mesafede yer alıyor. Bizi Baalbek’te otelden alan şoförümüz Muhammed. Bu tatilde Muhammed’lerden açıldı şansımız…
Muhammed, aslen Suriyeli, ama Beyrut’ta yaşıyor. Veterinerlik fakültesini bitirmiş, boş kalan zamanlarında da taksi şoförlüğü yapıyor. Bizi Beyrut’a kadar değil ama Beyrut’a güvenli bir şekilde gideceğimiz noktaya kadar götürecek. Çünkü kendisi Beyrut’tan Baalbek’e günü birlik başka turistleri getirmiş. Bizi şehrin biraz dışında bir minibüse yerleştiriyor. Minibüsün yanında durup adamla anlaşma yapıyor. 4 kişi olmamıza rağmen valizlerimiz de olduğu için 8 kişi fiyatı ödeyeceğiz. Ama Muhammed, şoför ile bizi otelin önüne bırakması konusunda anlaşıyor. Muhammed bu kadar bizimle ilgilendiği için babam para veriyor ama Muhammed almak istemiyor. “Ben size yardım edeceğimi söylemiştim, yardım parayla olmaz” diyor.
Muhammed bugün dolu ama sonraki iki gün saati 10 dolar karşılığında bizi Beyrut’ta dolaştırması için anlaşıyoruz.
Minibüse yerleştikten sonra, şoför bizim Türk olduğumuzu bildiğinden, hemen teybe Türkçe müzikler koyuyor. Pek tarzım değildir ama kötünün iyisi, Arap müziklerinden sonra Mahsun Kırmızıgül bile kulağımızın pasını gideriyor. Türkçe müzikler eşliğinde koyuluyoruz yola. Bu arada ablam insanlarla sohbet konusunda benden çok daha sosyal olduğundan hemen yanındaki çocukla konuşmaya başlıyor. 130 km nasıl geçecek, sürekli yolcu alıp, bırakıyoruz. Kadıköy-Bostancı dolmuşu gibi gidiyoruz. Bu arada benim yanım da doluyor. Ben de zincirlerimi kırıp sohbete başlıyorum. Yanımda oturan çocuğun adı Ali, eczacıymış. Yaklaşık 2,5 saat süren yol boyunca Ermeni soykırımından, dine kadar pek çok şey konuşuyoruz. Ali, bizi sevmiş olsa gerek, inerken minibüs şoförüne bizi otele bırakmasını yineliyor.
"Burası Kesinlikle Ortadoğu'nun Paris'i"
10 dakika sonra deniz kıyısına varıyoruz. Burası harika! Nisan ayındayız, plajlar neredeyse dolu, insanlar bikini bile giyiyor. Evet, burası kesinlikle Ortadoğu’nun Paris’i. Suriye’den sonra “İşte medeniyet” dedirtiyor şehir size. Biraz dolandıktan sonra oteli de buluyoruz. İnsafsız rehber ablam, insafa gelmiş olacak ki, 20 dakika odalarda dinlenme veriyor.
20 dakika sonra eski şehir bölgesine gitmek üzere otelden çıkıyoruz. Önce denize doğru yöneliyoruz.
Sonra deniz kıyısından ilerliyoruz, deniz kıyısında gördüğüm Hard Rock Cafe'yi akşam gelinebilecek bir mekan olarak kendi hard diskime kaydediyorum. Biraz deniz kıyısında ilerledikten sonra, dönemin başbakanı Refik Hariri’nin suikaste uğradığı yere geliyoruz. Burayı olduğu gibi bırakmışlar, restorasyon yok. Sanki sadece yerdeki cam parçaları ve birazcık kan eksik. Hayatı 14 Şubat 2005’te durdurmuşlar. Suikasti kimin düzenlediği belli değil, Suriye olduğunu düşünüyorlar ama kanıt yok…
Biraz ileride aynı renk taş binaların olduğu bir bölgeye geliyoruz. Tüm binalar, balkonundan penceresine kadar aynı. Etrafta çiçekler, bir de klasik müzik olsa tamam, Tam bir Avrupa ülkesi gibi, ama, Arap ülkesi olduğunun tek kanıtı olan Arabik müzik peşimizi bırakmıyor. Geri kalan her şey Avrupai.
Günlerden Pazar olduğu için saat kulesinin etrafındaki meydan oldukça kalabalık. Bisiklete binen çocuklar, köpeğini yürüyüşe çıkaranlar, meydandaki cafeler, her şey çok güzel. Acıktık artık, şöyle meydanı gören bir kafeye yerleşiyoruz. Yemekleri sipariş ettikten sonra birer de bira alıyoruz. Sıcak havada buz gibi bira gerçekten çok iyi gidiyor. Biraz daha etrafı dolaşıp hediyelik eşyacılarda oyalandıktan sonra ertesi güne enerji toplamak üzere otele geri dönüyoruz. Ancak dönüşte yolu biraz karıştırınca kendimizi Hamra Caddesi’nde bulduk. Hamra Caddesi gece de çok güzel, saat gece 22:00 olduğu halde hala ışıl ışıl. Bu caddede de bir kafede kahvelerimizi içerek Hamra Caddesi’nin paralelindeki otelimize dönüyoruz.
Rehberli Turumuza Başladık, İlk Durak Beiteddin Kasabası
Baalbek’te anlaştığımız Muhammed, tam da sözleştiğimiz gibi ertesi sabah saat 08:00’de bizi otelin önünde bekliyor. Biz Jeita Mağarası’na gitmeyi çok istemiştik ama günlerden Pazartesi olduğu için Jeita mağarası kapalıymış. Ne yapalım, sanırım Lübnan’a tekrar gelmemiz gerekecek.
Muhammed üzülmememizi, gün içinde bizi yine güzel başka bir mağaraya götüreceğini söylüyor. Şehir dışına doğru yolculuk başladı, güneye doğru ilerliyoruz. İlk durak Beiteddin diye bir kasaba. Burada bir de Beiteddin Sarayı bulunuyor.
Kasabayı geçtikten hemen sonra sağda duruyoruz. Küçük bir kalenin önündeyiz. Burayı Musa adında biri tek başına yapmış. Kendisi mimar olan Musa, aynı zamanda kalede bir işçi olarak çalışmış. Tüm kalenin yapımı 30 yıl sürmüş. İçine ise o dönemdeki yaşamı resmeden hareketli mankenler konulmuş. Kimisi dikiş dikiyor, kimisi kahve yapıyor, kimisi havanda bir şeyler dövüyor. Gerçekten çok güzel burası. Kına gecesi, ustura ile tıraş yapan bir berber, Karagöz - Hacivat oyunu gibi artık eskide kalmış bir çok şeyi tekrar yaşıyorsunuz sanki. Üstelik mankenler hareketli. O kadar gerçek ki, mankenlerin arasına katılmak geliyor insanın içinden.
Kalenin içi biraz serin olduğundan üşüdüm, arabadan hırkamı almak için bizimkilerden ayrıldım. Döndüğümde onların üst katı gezip bitirmiş ve alt kata geçmiş olduklarını fark edince, ben de alt kata indim. İndiğim gibi, bu kez camekanların dışında, kahve yapan bir manken gördüm. Ritmik bir hareketle alt katta gideceğimiz yönü gösteriyor. Açıkta manken görünce dokunma hissi uyandırdı bende. Tam yüzüme doğru elimi uzattım ki, çığlığı basıp 2 metre geriye sıçramam bir oldu. Adam gerçekmiş ve gerçekten yorulanlara kahve ikram ediyormuş. O da benden korkmuş olsa gerek elindeki kahveyi üstüne döküverdi. İçerideki mankenlerin ne kadar başarılı olduğu sanırım anlaşılmıştır. Bir kat daha aşağıda ise eski savaş aletleri ve bolca tüfek sergileniyor. Bunlar benim ilgi alanıma pek girmediğinden şöyle bir bakıp geçiyorum.
Ain Wazein Grotto Mağarası
Buradan sonra, Ain Wazein Grotto’ya gideceğiz. Burası Jeita Mağaraları'ndan sonra Lübnan’ın ikinci önemli mağarası. Tavan tek parça sert bir taştan oluşuyor. Aralardaki taş tabakası daha yumuşak olduğundan, eskiden burada su, bir çok tüneller açmış ve geniş bir alanı adeta labirente çevirmiş. İçerisini de rengarenk ışıklarla aydınlatmışlar. Artık Muhammed defalarca buraya geldiği için, nerede ve nasıl fotoğraf çekileceğini ezberlemiş adeta. Yaz ayında serinlemek için, biraz da güzel fotoğraf için kesinlikle tavsiye edilir.
Mağara içindeki gezinti de bittikten sonra bize Türk kahvesi dedikleri bir kahve ikram ediyorlar. Tadı fena değil ama telvesi yok. Tekrar arabaya biniyoruz. Bu arada Muhammed çıkartıp bize para vermek istiyor. Nasıl yani benim bildiğim turistler rehberlere para öderler.
“Mağaranın girişinde sizden 10’ar dolar aldılar, aslında giriş sadece 7 dolar, aradaki farkı da oraya turist getiren rehbere veriyorlar. O nedenle bana 12 dolar verdiler, bana göre bu para haram alamam,” diyor. Davranışı bize gerçekten çok mutlu ettiğinden parayı helal edip cebine koymasını sağlıyoruz. Sen yeter ki böyle ol Muhammed.
Tabulet, Fetuş, Babagannuş... Ve Tabi Olmazsa Olmazımız S-sweet Tatlıları
Sırada orman gezisi var. Türkiye’den sonra orman gezisi bizim için beklentinin altında kalıyor. Muhammed için ve Suriye – Lübnan civarında yaşayanlar için burası tabii ki çok önemli ama bizim cennet vatanımızın neredeyse her köşesinde alışkın olduğumuz bir görüntü, hele de bir Karadeniz çocuğu iseniz. Ama bozmuyoruz durumu tabii, onlar çölde yaşadıklarından tek tük olan ormanları onlar için çok değerli. Muhammed bize ormanı gezdirirken gözlerinin içi gülüyor, “burası çok güzel, başka bir dünya” deyip duruyor.
Orman havası iştahımızı açmış olacak ki, hadi artık yemek yiyelim diyoruz. Muhammed de bizi ormanın yakınlarında yine yeşillikler içinde bir kır lokantasına götürüyor. Menü Arapça olduğundan Muhammed bize yardımcı oluyor. Hepimiz farklı birer kebap istiyoruz. Mezelerden de olmazsa olmaz humus, tabulet (bulgurlu maydanoz salatası), bizdeki mevsim salatasına benzeyen fetuş, ve tabii ki babagannuş geliyor masaya. Yemekler gerçekten çok lezzetli. Yemekten konu açılmışken gerçekten ilginç bir şey, Beyrut’ta künefeyi özellikle sabah kahvaltısında yiyorlarmış, içindeki peyniri de diğerlerine göre biraz daha tatlı oluyormuş. Tatlıdan konu açılınca anneme unutturmaya çalıştığımız ünlü S-sweet tatlıları gündeme geliyor ve şehre gidince S-Sweet tatlıcısını ilk durak olarak belirlemek zorunda kalıyoruz.
Suriye’de kadınlar çok iş hayatının içinde değil ancak Lübnan’da kadınlar aktif olarak iş hayatının içindeler. Evlilik hayatında ise Beyrut’ta kadınlar daha söz sahibiymiş. Muhammed, biraz alaycı bir tavırla Beyrut’taki erkeklerin pısırık olduğunu ve kadınların ne isterlerse yaptıklarını söylüyor. Muhammed de “Evde bizim hanımın sözü geçer, dışarıda ise benim” diyor. Eşi 4. çocuğa hamile, ama “4 tane yeter başka çocuk düşünmüyoruz” diyor. Muhammed 26 yaşındayken 16 yaşındaki eşiyle tanışmış ve evlenmiş. Ama “Şehirde okuyan kadınlar ortalama 25 yaşlarında evleniyorlar” diyor.
Şehre döndüğümüzde ilk iş tabii ki, anneme de söz verdiğimiz gibi S-sweet’e uğramak oldu. Suriye’dekilerin yerini tutmasa da, burası da oldukça başarılı. Arsız çocuklar gibi annemle ikimiz bir elimizde tatlı tabağı, diğerinde dondurma, kasa işini babama bırakarak aldıklarımızı yemeğe koyulduk, çok lezzetli.
Refik Hariri'nin Mezarı
Buradan sonra Refik Hariri’nin mezarına gidiyoruz. Ölümünden 5 yıl (biz gittiğimizde yıl 2010) geçmiş olmasına rağmen, hala çok büyük özenle bakıyorlar mezarına. Gittiğimiz sırada 3-4 günde bir değiştirdikleri çiçek değişimine denk geldiğimiz için fotoğraf veya videoya izin verilmiyor. Yani mezarının üzerindeki çiçekler daha tam tamamlanmadan fotoğraf çekilmesini bile saygısızlık olarak görüyorlar.
Çinilerine Bayıldığımız Al-Amin Camii
Biz de bir önceki akşam eski şehirde dolaşırken gördüğümüz Al-Amin Camii’ne gidiyoruz. Dün gece ışıklandırması ve sade zarafeti nedeniyle dikkatimizi çeken camiinin dışı kadar içi de etkileyici. Dışı oldukça sade ve düz, tek renk taştan yapılmış, kubbeleri gece mavisi renginde. İçi ise çok güzel çinilerle dolu, çok sayıda devasa kristal avizeler var.
Bu arada bu caminin bana kalırsa en önemli özelliği yanındaki St. George Kilisesi ile sadece 5 metre mesafede yer alıyor olması. Kardeşler savaşı gerçekten bu ülkede mi yaşandı diye soruyor insan kendine. Cami ziyareti sonrası tekrar eski şehre dönüyoruz. Burada Muhammed bize 1-2 saat serbest zaman veriyor.
Bu arada annem ve babam Starbucks’ta dinlenirken, biz de ablamla biraz etrafı geziyoruz. Yanımızda birisi beliriyor. “Siz Backpack’lerden misiniz?” diye soruyor.
“Değiliz.”
“O zaman İspanyolsunuz” diyor. Yok, yine olmadı.
“Türk’üz”.
Bizimle beraber hediyelik eşya dükkanı arayışına katılan çocuk, eski şehirdeki dükkanların pahalılığından bahsediyor. Aslen Lübnanlı, uzun süreler Avusturalya’da yaşamış, şu an boşanmaya çalıştığı eşi de Avusturalyalı. Motosiklet kiralama işi ile uğraşıyor. Neyse artık dönme vakti. Annem ve babamın yanına dönüyoruz.
Beyrut gecelerinin ne kadar güzel ve hareketli olduğunu bildiğimizden, bu fırsatı kaçırmasak, çıksak diyoruz. Ama herkes birbirinin gözünün içine bakıyor, bir kişi cayıp arıza çıkarsa herkes vazgeçecek. Önce babam cayıyor, ardından ben. Bu nedenle maalesef Beyrut alemlerine akamadık. O bir dahaki sefere kaldı. Ama giderseniz, akşamları eski şehirde vakit geçirebilirsiniz ya da deniz kenarındaki cafe ve restaurantlarda da oldukça güzel, müzikli programlar olduğunu biliyorum. Sonrasında ise sadece kalabalığı takip etmek yeterli sanırım.
Gece yarısı Muhammed’le anlaştığımız gibi, sabaha karşı tam saat 04:00’te otele geliyor ve bizi havaalanına bırakıyor. Artık Beyrut’a da veda vakti geldi, çattı. Tekrar görüşmek üzere Beyrut!
*** BU YAZI GÖKÇE YILMAZ’IN “GEZİMANYA SURİYE – LÜBNAN” ADLI KİTABINDAN ALINTIDIR. KİTABIN GELİRİ TÜRKİYE OMURİLİK FELÇLİLERİ DERNEĞİNE BAĞIŞLANMAKTADIR.