Her şey üç kız arkadaş otururken ‘sınırlarımızı aşalım’ lafı ile başladı. Sadece bulunduğumuz ülke olan Romanya’da değil, biraz da sınırlar ötesi gezi yapalım fikri kafamıza yerleşince destinasyon aramaya başladık. İstanbul, dünyanın her yerine uçuşun olduğu ana bir portalken; Bükreş, maalesef öyle bir konumda değil. Dolayısıyla buradan direkt uçuş bulmak biraz meşakkatli. Aklımızda her ne kadar ben daha önce gittiysem de, ilk etapta Brugge varken sonra olay İtalya’ya döndü. Puglia’yı çok istememize rağmen 3-3,5 günde ancak küçük bir bölümünü görebileceğimizi anlayınca rotayı Sicilya’ya çevirdik. Ama 3-3,5 gün bence Sicilya için de yeterli değil. Şöyle bir hafta rahat ayrılırmış.
Ayhan Sicimoğlu’nun ‘hastasıyız’, videolarını da seyrettikten ve booking.com’dan otellerimizi ayırttıktan sonra maceraya hemen hemen hazırdık. Bir de üstüne Audi A3 convertible bir araba kiralayınca keyifler ikiye katlandı. Her ne kadar şimdiye kadar sevdiğimiz arabaları seçip de Rentacar firmasına ulaştığımızda “aaa elimizde bu kalmamış, muadilini verelim” laflarına çok alışık da olsak “eh hadi bakalım şansımıza” dedik.
Her zaman seyahate çıkmadan gidilmesi gereken yerleri iyice araştırıp liste üstüne liste çıkaran ben, vaktim de olmayınca, işi akışına bırakmaya karar verdim. Sırt çantalarımız, elimizde fotoğraf makinelerimiz ile ilk defa bineceğimiz Wizzair uçuşu bakalım söylenen saatte kalkıp inecek mi diye düşünürken, perşembe akşamüstü saat 17.00'de üstü açık beyaz arabamızı da kiralamış, Taormina’ya doğru yola çıkmıştık bile. Hâlâ arkadaşlardan birinin telefonun ülkelerarası wifi’yı olup da bizim arabaya üç kuruş daha verip wifi almamamıza şaşırıyorum. Basiretimiz bağlandı sanki, bir de "aman canım ne olacak ki allahın adasında söylemi" zannımca... Ama ne yalan söyleyeyim, bu biraz da benim bu konuda feci oluşumdan kaynaklanıyor. Lakabını ‘navi’ olarak değiştirdiğimiz arkadaşımız benim bu konudaki değer yargılarımı kökten değiştirdi sanırsam. Hele bir de İtalya’da olunca arabadan belimize kadar sarkıp ‘Etna ne tarafta’ diye bağırabilecek bir olgunluğa ulaştık!!
Taormina, Sicilya’nın başkenti Catania ile Messina arasında, adanın doğu kıyısında kalan ve 19. yüzyıldan beri turistik olan küçük bir kasaba. Ama kimlere esin kaynağı olmamış ki: Oscar Wilde’dan, Goethe’ye; Friedrich Nietzsche’den Richard Wagner’e... Truman Copote’nin yazlık bir evinin olduğu bile bilinenler arasında. Kasabanın güzelliğine dalıp giderken, ilk önce otelimizi bulup eşyalarımızı bırakıp hemen kasabayı keşfe koyulalım istiyoruz. Öyle 5 yıldızlı oteller ayarlamadığımız için beklentimiz çok büyük değil; ama kaldığımız B&B Villa Antonio’nun bulunduğu yer ve odamızın denize bakan balkonunun görüntüsü bizi büyülüyor.
Taormina’nın eski şehri, yani ‘oldtown’ u denizden 250 metre yukarıda. Kasabanın bir bölümü kayalıkların üzerine kurulmuş; Saracen Kalesi de, kasabaya tepeden bakıyor. Sağlı sollu restaurantlar ve dükkanlardan sonra ulaşılan meydanın tepesinde yer alan kale ve meydan çok hoş. Mark Knopfler’in 2015 yılında çıkardığı Tracker albümündeki ‘Lights Of Taormina’ şarkısı gibi buraya gelen herkesin adanın ve kasabanın havasından etkilendiği bir gerçek.
Sokaklarda kendimizden geçmişçesine dolaşıyoruz. İlkönce küçük bir meydanda yer alan çeşmenin karşısındaki merdivenlerin üzerinde birer akşamüstü birası içmeye karar veriyoruz ki Sicilyalıların koyu sohbeti ve neşesi bizi de ada hayatının içine katıyor. Yerel biralar çok lezzetli, ben Viola diye bir marka deniyorum; yanında bruschettalar gelince biz ısmarlamadık ki muhabbetine, çocuk o İtalyan gülümsemesiyle "müessese ikramı" diyor. Eee bundan iyisi can sağlığı öyle değil mi?
Aklımızda Teatro Greco’ya gitmek var ama hava kararmaya başlayınca geç kaldığımızı anlıyoruz ‘Amaaan sen de; akıştayız havasına devam edelim" derken restoranlardan birinden gelen canlı müzik bizi cezbedince oraya oturmaya karar veriyoruz. Hava tatlı, etraf çingene pembesi erguvan ağaçları ile kaplı. Hatta bir erguvanın altındaki masamıza yerleşip şarabımızın ve yemeklerimizin keyfini çıkarıyoruz. Kalamar nefis, sicilya şarabı nefaset…
Ertesi sabah, denize karşı otelin terasındaki keyifli kahvaltıdan sonra hedef Etna Yanardağı. Vaktiniz var ve hala aktif olan yerleri görmek istiyorsanız ve bu konuda donanımlı geldiyseniz mutlaka oradan bir rehberle tur yapın derim. Ama bizim vaktimiz az olduğu için Etna’nın etrafını dönüp kuzey kısmına çıkıyoruz. Burada en son 2002 yılında aktif bir patlama olduğu ve oradaki her şeyi silip süpürdüğü için neredeyse siyaha çalan toprağı görmek enteresan geliyor. İtalyanlar taşı toprağı altın olayını bizden daha iyi değerlendirmiş, lavlardan bir sürü hediyelik eşya yapmışlar ve 3-5 Euro’ya satıyorlar. Valla takdir etmemek elde değil. Dağın güney kısmındaki liftler ile 2920 metreye kadar çıkabilmek mümkün.
Bu arada Sicilya’nın simgesi Trinacria, ortada melek kanatlı bir suratın etrafındaki üç bacak ile tasvir ediliyor, anlamı ise çok güzel: Mitolojide üç perinin dünyanın her tarafında dans ederek en iyi meyveleri, taşları ve toprağı topladıklarına ve bunları denizin ortasına atıp Sicilya adasını oluşturduklarına inanılıyormuş. Bu yüzden de adanın üç köşesi de bacaklar ile temsil ediliyor. Aynı zamanda da üç perinin dansını temsil ediyor. Adanın her yerinde hediyelik eşyalarda bu simgeyi, tabaklardan kolyelere kadar her yerde görmek mümkün.
Sonraki durak Cefalu. Cefalu, Palermo yolu üzerinde küçük bir balıkçı kasabası. Ama çok enteresan ve etkileyici bir görüntüsü var, denizin içerisinden kasabanın görüntüsünü çekmeye doyamıyorum. Ara sokaklar canlı; dükkanlar, lokantalar ile dolu. Kafamızı uzatıp deniz kenarında olduğunu gördüğümüz bir lokantaya girip akşamüstü biralarımızı ısmarlıyoruz yine.
Bu küçücük kasabaya heybetiyle egemen iki kuleli Duomo, hakikaten karakteristik. Duomo’nun önündeki meydandaki kafeler cıvıl cıvıl. İç dizaynında kullanılan mozaikler 12. yüzyılda Bizanslı bir mimar tarafından yapılmış, kilisenin yapımına 1131 yılında başlanmış. İçeride bir de bir ritüele denk gelince, çok hoşumuza gidiyor.
Cefalu’ya tepeden bakan kayanın adı Rocca’ymış aslında çok sıcak olmayan bir havada ve vaktiniz bizden bolsa tırmanmak hoş olabilir. Oradan görüntünün harika olabileceğini düşünüyorum nedense. Tepede bir de ‘Temple of Diana’ kalıntıları varmış ama ne çare biz ‘fish market’e ucundan bakıp Palermo’ya doğru yollanmalıyız. Güneş batıyor Cafelu’nun panoramik görüntüsü daha da hoş bir hal alıyor; arkamıza baka baka, içimiz gide gide ayrılıyoruz oradan.
Palermo’da ilginç bir apartman dairesinde kalacağız. Airbnb’de nasıl ev sahipleri ilgileniyorsa son zamanlarda booking.com’da da bu tarz yerler yer almaya başladı. Otel gibi olmadığı için bir resepsiyon ve de orada olan bir görevli yok tabii haliyle. Sergio’yu, Palermo’ya varmadan yarım saat önce arayıp varacağımız saati söylüyoruz. Palermo’ya hava karardıktan sonra girebiliyoruz yüzde 6 şarjı kalmış tek internetli telefonumuz bizi son hamle şehrin ortasında bir yere götürüyor ama havanın kararmış olmasından mı mütevellit bilinmez, biraz ürkünç geliyor. Sergio kulağımda birbirimizi anlamaya ve bulmaya çalışırken Piazza Meydanı’nda buluşup onun arabasının arkasına takılıyoruz ve arabayı bir park alanına götürüyoruz. Sonrası çantalar elimizde apartmanımızı bulmaya kalıyor.
Apartman dairesi iki katlı, çok hoş. Asma katın üstü yatak odası olarak değerlendirilmiş; altta ise iki kişilik bir çekme yatak, açık mutfak ve banyo var. Çok ama çok sevimli. Adı Antica Dimora Catalana. Eşyalar atılıp üstler değişip, açlıktan bayılmak üzere olan midelerimizi artık yemekle buluşturma vakti geldi de geçiyor. Sokaklar cıvıl cıvıl, meydan acayip kalabalık.
Palermo, Agrigento, Syracusabir sonraki yazımda.
Yazı dizisinin ikinci bölümü: https://gezimanya.com/GeziNotlari/sicilya-macerasi-2
instagram: banuyollarda