Belgrad Notları 1: Belgrad'da Osmanlı İzleri

Bu farklı bir gezi yazısı olacak. Okuduğunuz birçok Belgrad şehir rehberi ya da Belgrad gezi notu size gezilecek caddeleri, gece hayatını, festivalleri, restoranları ve müzeleri anlatır. Benim yapmak istediğim şey ise siz okuyucuyu elinizden tutarak tarihin izleri takip edip Belgrad’ı o şekilde gezdirmek. Tarih olduğu kadar toplumsal konulara da dokunacağız. Sırplar’ın geçmişte ve günümüzde Türkler’le, diğer Balkan toplumlarıyla ve dünyanın geri kalanıyla ilgili hislerini, düşüncelerini merak ediyorsanız o zaman bu yazı size göre.

Osmanlı, Roma, Yugoslavya ve son olarak da 90’ların acı olaylarına kadar giden çalkantılı bir tarihi ve günümüzde sakinleşip gelişmeye başlayan bir yönü var Sırbistan’ın. Belgrad ise sadece Sırplar için değil, dünya tarihi için çok önemli bir şehir. Hep öyle oldu. Eğer amacıma ulaşırsam bu yazılar size Sırbistan’ı ve Belgrad’ı eşsiz özellikleri ile gezdiren bir rehber olacak.

Sırbistan’la ilgili sadece bizim toplumumuzda değil, dünyanın birçok yerinde olumsuz bazı yargılar olageldi. Osmanlı döneminde yaşanan ayaklanmalarla bizim toplumumuzda Sırbistan hep ayaklanma çıkaran sorunlu Balkan eyaleti olarak görüldü örneğin. Balkan savaşlarında Sırbistan’ın rolü hep kilit oldu ve 1. Dünya Savaşı’nda bahane olarak kullanılan suikastın tetikçisi Sırp milliyetçisi yüzünden Sırplar dünya savaşının başlamasına ön ayak bir toplum olarak, sanki tüm suç onlardaymış gibi bir imaj edindi. Yugoslavya kuruldu, Ruslar mutlu olmadı. Bütün Balkanlar iç savaşla ve etnik gerilimlerle çalkalanırken agresif Miloşeviç tüm dünyanın nefret dolu tepkilerini çekti. O kadar ki ülke 1999’da NATO bombardımanına maruz kaldı.

Sırbistan Turizm Ofisi ve Türk Hava Yolları’nın davetlisi olarak gittiğimiz Belgrad-Kopaonik gezimizde bizi tarih ve toplumsal perspektifler işte tam da bu yüzden turistik bölgeler ve gezilecek yerlerden daha fazla çekti. Bu gezi bizim için aynı zamanda bir keşifti. Tarihe, ülkenin sosyo-kültürel durumuna ve toplumsal hislere de değinecek minik bir kültürel yolculuğa çıkmış olduk.

Bizimle ilgilenen rehberimiz Srdjan kendisine zaman zaman “Sercan” dediğimizde bizi hiç bozmayan : ) çok hoş sohbet ama bir o kadar da bilgili, heyecanlı bir adam. 4 gün boyunca sohbetlerimiz öyle noktaya geldi ki artık birbirimizi arkadaş olarak görmeye başladık. Ara sıra Srdjan’a biraz takılmak, biraz da modern Sırp toplumunun hassasiyetlerini ölçmek için girdiğim çetrefilli tarih konularında sabırlı öğretmen tutumunu hiç bozmayarak bizim aradığımız eğitimi bize kibarca verdi. Tabi heyecanlı bir Sırp olmayı da elden bırakmadı. Srdjan, Sırbistan Turizm Ofisi ve Türk Hava Yolları Belgrad ekibi sayesinde bu gezi bizim için turistik olduğu kadar kültürel anlamda da unutulmaz oldu.

Belgrad’ı anlamak için Sırbistan’ı, Sırbistan’ı anlamak için Sırplar’ı ve bölge halklarıyla olan ilişkilerini iyi anlamak gerekiyor.

Her şeyden önce Belgrad çok önemli bir stratejik konuma sahip. Neden mi?

Tuna ve Sava nehirlerinin tam kesişim noktasında yer alan Belgrad hem askeri, hem ticari olarak birçok yönden Balkanlar’ın en kritik noktası olmuş tarih boyunca. 1. ve 2. Haçlı seferlerinde örneğin Haçlı orduları burada konaklamışlar çünkü Belgrad tam da Avrupa’dan Ortadoğu’ya giden yol üzerinde bulunuyor. Osmanlılar Belgrad’ı aldığında Balkanlar’daki konumunu sağlamlaştırarak bölgenin geri kalanını da fethetme şansı edinmiş. Sadece Osmanlılar değil, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Rusya ve her bölgesel güç için Belgrad yalnızca bir başkent olmasıyla değil işte bu coğrafi yönüyle de önem arz etmiş. Tarih boyunca Belgrad, Avrupa’yla Balkanlar’ı birbirine bağlayan ya da doğudaki Osmanlı İmparatorluğu ile batıdaki Roma’yı birbirinden ayıran bir şehir olarak çok ama çok stratejik önemde olmuş.

Belgrad Kalesi’ne gittiğinizde bu durumu çok iyi anlıyorsunuz. Kale tam Tuna ve Sava nehirlerinin kesiştiği kayalık noktada kurulmuş.

Kalenin bulunduğu burnun kuzeyinde birleşen bu iki nehir tarih boyunca Sırbistan’ı ya da duruma göre Osmanlı İmparatorluğu’nu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’dan ya da yine duruma göre suyun karşısında hangi devlet, hangi ordu varsa ondan ayıran bir sınır olmuş.

Belgrad’a gittiğinizde 2 şeyi yapmayı ihmal etmeyin. Birincisi Belgrad Kalesi’nde Kalemegdan’dan (tahmin edebileceğiniz gibi kale meydanı) Tuna ve Sava nehirlerinin birleşerek oluşturduğu küçük ormanlık adacığı ve ötesini uzun uzun izleyin. Tarih burada o kadar canlı ki sanki Tuna Nehri’nin ötesinde Avusturya-Macaristan ordusu askerlerini görüvereceksiniz.

İkinci yapmanız gereken şey ise Belgrad Kalesi’ne dışarıdan bakmak. Ama kalenin güney girişinden bahsetmiyorum. Sava Nehri’nin karşısındaki parklar bu iş için ideal. Tam da Zafer Anıtı’nı karşıdan görecek şekilde kaleye baktığınız zaman da Belgrad’ı fethetme isteğiyle dolu bir Roma lejyon askeri, Osmanlı paşası, Avusturya-Macaristan ordusu komutanı ya da Sırp ayaklanma lideri gibi hissediyorsunuz kendinizi. İki büyük nehrin koruduğu, Balkanlar’ın en önemli şehri size karşı sımsıkı duran bir poz veriyor kalesiyle.

Belgrad’ı ve aslında tüm Sırbistan’ı biraz bu gözle gezmek gerekiyor. İlk olarak kuzeyden gelen barbar kavimlerin akınlarıyla bir yerleşke olan bölgede halen Keltler’in ve Hunlar’ın izleri olduğu biliniyor. Sonrasında bu akınları bastıran Roma Belgrad’da ilk sağlam kaleyi ve tabi ki yerleşimi kurarak o dönemin modernliğini getiriyor şehre. Sonrasında kuzeyden gelen Slav akınıyla etnik anlamda bugünkü Sırplar yerleşiyor Belgrad’a ve bugüne kadar da yönetim hangi ülkede, hangi imparatorlukta olursa olsun Belgrad’ın halkı bu güney Slav ırkı olan Sırplar oluyor. Sonrası malum Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, bağımsız Sırbistan prensliği ve Osmanlı arasında defalarca el değiştiren şehir 16’ncı yüzyılda Kanuni tarafından alındıktan sonra 300 seneden fazla Osmanlı toprağı oluyor.

Ülkede o kadar çok Osmanlı izi var ki Belgrad Kalesi’nin en önemli kısmının adının Kalemegdan olmasından tutun da Sırp mutfağının neredeyse Osmanlı mutfağının aynısı [ bir bölümünün aynısı diyelim : ) ] olmasına kadar birçok yönüyle burada yapacağınız bir gezi aslında sizin için bir anlamda memleket gezisi olacak. Dile kolay, Belgrad 300 yıldan fazla Osmanlı hâkimiyeti altında kalmış. Her ne kadar Belgrad’da Osmanlı izleri heryerdeyse de bu kadar köklü bir tarihi düşününce insan bu topraklarda daha fazla kültürel miras kalmış olmasını bekliyor. Ama Sırbistan’ın ve Sırplar’ın Osmanlı’dan ve modern Türkiye’den kopuk olması da tabi ki şaşırtıcı değil. Osmanlı dönemindeki acı olaylar, dini ayrım, Balkanlar’ın hareketli ve agresif yapısı, Yugoslavya’nın tarafsız duruşu ve tabi ki dünya savaşları derken Sırbistan’la Türkiye sanki 300 yıldan fazla bir arada olmamış gibi apayrı iki ülke haline gelmiş. Osmanlı tarihinden günümüze doğru geldikçe ve Belgrad yazı dizimiz ilerlerdikçe bu durum netlik kazanacak.

Belgrad’da bugün Osmanlı’dan kalan en belirgin iki yapı kalenin alt taraflarındaki eski Türk mahallesinde duran bir tek cami (Bayraklı Cami) ve kalenin içinde bir türbe. Bayraklı Cami, 1575 yılında Belgrad Kanuni tarafından alındıktan sonra yapılmış ve çok gösterişli olmasa da bugüne kadar dayanmış çok eski bir cami olması nedeniyle görülmesi gereken bir yer.

Kaledeki türbe ise Silahdar Damat Ali Paşa’ya ait. Venedikliler’le savaşan ve başarılı olarak Mora ve Girit’ten Venedikliler’i püskürten Damat Ali Paşa kuzeye çıkıp Avusturya’ya doğru ilerlemeye başlıyor. Petrovaradin Muharebesi’nde askerlerine cesaret vermek için cephenin önüne ilerliyor ve alnından vurularak hayatını kaybediyor. Naaşı ise Belgrad Kalesi’ne gömülüyor ve bugün kaledeki türbenin üzerinde Türkçe olarak şunlar yazıyor: “DAMAT ALİ PAŞA – MORA FATİHİ- 1716 sene-i miladisinde Petrovaradin Muharebesi’nde şehiden vefat eden Mora Fatihi Damat Ali Paşa’nın ve türbesinde medfun Tepedelenli Selim ve Çeşmeli Hasan Paşaların ruhuna El-Fatiha”.

Belgrad Kalesi’ni gezdiyseniz ve Bayraklı Cami’sini gördüyseniz Belgrad tarihinin Osmanlı’ya değen bir başka ilginç hikâyesi sizi Aziz Sava Kilisesi’nde bekliyor. Belgradlılar buraya Aziz Sava Tapınağı diyor. Her ne kadar dünyanın en büyük Ortodoks Kiliseleri’nden biri olması en önemli yönü gibi görünse de Osmanlı tarihi açısından kilisenin hikâyesi de en az o kadar önemli.

Aziz Sava (Sveti Sava) olarak bilinen Sava Rastko Nemanjic, Büyük Sırp Prensi Stefan Nemanja’nın oğlu olarak önemli bir aileye doğsa da tarihteki esas büyük rolü Sırp Ortodoks Kilisesi’nin kurucusu olmasıdır. Sadece kilisenin değil aynı zamanda Sırp hukuku ve diplomasisinin de babası olarak biliniyor. Varlıklı ailesini bırakarak bir keşiş olan Sava 1219’da İznik’teki Hristiyan Konsülü’ne giderek buradan yetki alıyor ve dönerek bağımsız Sırp Kilisesi’ni kurarak Baş Psikopos oluyor. Bunun tarihi önemi de büyük çünkü Bulgar Ortodoks Kilisesi’nden ardından tarihteki ikinci bağımsız Ortodoks kilisesi budur.

Aziz Sava’yı bu kadar anlatmamın nedeni dini kişilik olarak önemi değil. Bugün yapımı devam eden ve dünyanın en büyük Ortodoks kiliselerinden biri olan St. Sava Katedrali’nin yapımı hikâyesi, özellikle bizim için daha ilginç.

Dedik ya Osmanlı döneminde Sırplar sürekli ayaklanıyor diye? 1594’teki ayaklanma Osmanlı yönetimine çok fazla sıkıntı çıkarıyor. Sırp milliyetçileri Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile ilişkiler kuruyor ve birçok kenti işgal etmeye başlıyorlar. İşte bu kuvvetlerin bölgedeki birliği sağlaması amacıyla 1. Jonh Kantul adı patrik Sırp ordularında Aziz Sava’nın simgelerini bayrak olarak kullanıyor. Nihayetinde ayaklanma bastırıldığında John Kantul asılıyor ve Osmanlı Veziri Sinan Paşa ayaklanmacıları cezalandırmak için ülkenin değişik yerlerindeki Aziz Sava kutsal emanetlerini Belgrad’da bugün St. Sava Katedrali’nin bulunduğu meydana toplatıyor ve hepsini halkın gözleri önünde ibret olsun diye yaktırıyor.

Bu olay Sırplar’a çok dokunuyor çünkü Aziz Sava onlar için çok önemli bir dini kişilik ve milli kahraman. Burada bir söz veriyorlar: İlk fırsat bulduklarında Aziz Sava’nın emanetlerinin yakıldığı bu meydana bir kilise yaptıracaklarını söylüyorlar. Ancak dediğim gibi Balkan tarihi o kadar karmaşık ki bu fırsatı yıllar boyunca bir türlü bulamıyorlar. Ta ki 1895’te Sırplar Osmanlı’dan bağımsızlığını kazanana kadar. Önce küçük bir kilise kuruluyor meydana ama sonradan kaldırılıyor. Araya Birinci ve İkinci Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı giriyor ve inşaat bir türlü tamamlanamıyor. Dünya savaşından ancak 30 yıl sonra 1935’te başlanıyor yapıma. Ta ki 1941’e kadar devam ediyor inşaat. Sonra İkinci Dünya Savaşı çıkıyor ve Yugoslavya batı ile doğu arasında kalıyor tarihin yeni bir cilvesiyle. 1941’de Belgrad bombalandığında inşaat tekrar duruyor ve 1944’te Naziler yarı bitmiş bu binayı karargâh olarak kullanıyorlar Belgrad’ı işgal altındayken. Tekrar ilk fırsat 1985’te çıkıyor ve artık bu sefer inşaat iyice ilerliyor.

Katedralin tasarımı dünyanın en büyük Ortodoks katedrallerinden biri olması için yapılıyor. Öyle ki 4 bin tonluk bir ana kubbe inşa ediliyor. Tabi bunu yerleştirmek her ne kadar modern koşullar bile olsa ciddi bir mühendislik problemi. Yerleştirilen vinçler 40 gün boyunca santim santim yükselterek bu devasa kubbeyi beton duvarların üzerine koyuyorlar.

Tabi tarihi katedraller gibi eski tuğla tekniğiyle inşa edilmediği (gerçi ilk başlayan duvarlar öyle ve yeni duvarların arkasından görülebiliyor ama) için beton duvarların sağlamlığından faydalanıyor yapı. Bu yüzden büyük kubbeleri taşımak için Ortodoks kiliselerine (ve eski camilere) mecburen konan büyük taşıyıcı sütunlar yok bu katedralde. Böyle içeride herkesin birbirini ve etrafı görebildiği geniş bir görüş alanı sağlanmış. Duvarların mozaik çalışması biz oradayken başlamıştı ve verilen bilgilere göre 17bin metrekare mozaik döşenmesi planlanıyor iç duvarlara. Aziz Sava Katedrali’nin büyüklüğünü size şöyle anlatayım: Aya Sofya’yı genişlik olmasa da yükseklik olarak rahatlıkla içine alabilecek boyutlarda yapılmış, mutlaka görülmesi gereken bir yapı.

Aziz Sava Katedrali ve yapım hikâyesinin bana hissettirdikleri çok karmaşık. Bir taraftan dönemin gerçeği olan emperyalizm ve Sırbistan’ın Osmanlı eyaleti olması ve ona göre davranması beklendiği için çıkan savaş var. Bir taraftan bağımsızlık mücadelesi vermek isteyen bir halk ve onların talebi. Bir taraftan dinlerin insanları nasıl böldüğü ve sırf din ve dil gibi sebeplerden dolayı 300-350 yıl aynı ülke olmuş toplumların bir türlü kaynaşamadığı ve güçlerini birleştiremediği gerçeği.

Bir tarafta yeniçeri devşirip, vergi aldığı Sırp topraklarına neden hiç kültürünü getirmediğini sorguluyorum Osmanlı’nın. Neden askeri karargâh ve kadı koymakla yetineceğine aynı Hristiyan misyonları gibi İslam’ı yayan, öğreten ve Osmanlı kültürüne yakınlaştıran okullar, kütüphaneler, eğitim kurumları kurmamış örneğin? Neden insanları zorla değil güzellikle kendi tarafımıza çekmeyi denememişiz 300 sene boyunca? Eğer Sırplar’ı silahla zorla değil de güzellikle kazansaydık sizce Balkanlar’da ve Avrupa’daki askeri, siyasi ve kültürel gücümüz nereler varırdı, hayal edebiliyor musunuz? O zaman belki Osmanlı Paşaları ayaklanmalarla uğraşacaklarını külliyeler, medreseler, bilim yuvaları yaptırırdı. Ve belki de o zaman bu kültürel bağlar bize Rönesans’ı da yakalatırdı kim bilir? Fazla mı hayal kuruyorum? : ) Belki.