Denizli gezimize bugün Pamukkale ile devam ediyoruz. Sabah kahvelerimizi eski bir konakta içmeye karar verdik. Belediye tarafından restore edilen ve işletilen Osmanbey Konağı, Denizli’nin merkezi Delikliçınar’da ara sokakta bulunuyor. Zaten kime soranız gösterirler.
Buraya giderken yürüdüğümüz sokakları araç trafiğine kapatmışlar ve yolun ortasında eskiden olduğu gibi sular akıyor. Özel oluklarını ve su geçişlerini iyi tasarlamışlar. Hoş bir görüntü ve serinlik veriyor. Şırıl şırıl tertemiz sular sokaklarda akıyor.
Kahvelerimizi içtikten sonra bugün eğer aceleniz de yoksa dostlarınızın yanında kalıyor ve onlarla birlikte geziyorsanız, sakın ha diyeyim, onların öğle vakti Denizli Kebabı tekliflerini geri çevirmeyin. Bu kebap bildiğiniz tandıra benziyor ama koyunun kaburga ve kollarının büyük şişlere saplanması sonucu odun fırınında pişiriliyor. Lezzeti öğle yemeğinde taze taze daha iyi anlaşılıyor. Zaten akşam vaktine de pek kalmıyor.
Ev sahibimiz Fatih Bey bizi sanayide İzmir yolu üzerindeki Kebapçı MUSTAFA USTA’YA götürdü. Yeni ve temiz bir yer. Bayramyerindeki kebapçılar gibi sıkışık ve kalabalık değil. Cuma namaz saatini özellikle seçtik ki sakin olsun rahat rahat sizin için bu fotoları çekeyim. Kilosu 80 TL olan kebaptan yağsız tarafından sipariş ettik ve masamıza gelen ayıklanmış etleri yağlanmış pidelere sararak afiyetle yedik. Tabii ki muhteşemdi Çok tandır yedim ama bunun lezzeti değişik ve çok güzel miydi diye sormanıza bile gerek yok. Ama bir daha ki sefere kaburgaları elimle sıyıracağım, haberin olsun Fatih abim. Tandırlar biliyorsunuz kuyuda pişer, Denizli Kebabının özelliği odun ateşinde fırında pişmesi, kızaran etin yağının altındaki hazneye akması ve oraya banılan pideler eşliğinde ister ayıklanmış, ister bütün masalara servis edilmesi.
Üzerine de tahinli ballı pide, tatlı niyetine gelmez mi? Bu güzelliği 3 bardak çay ancak hazmettirdi diyebilirim. İşte artık bu yemekten sonra ya kırk adım atacaksınız, ya da sırt üstü yatacaksınız. Öyle derler değil mi? Biz kırk adım, hatta daha fazlasını atmayı seçtik ve haydi bakalım Pamukkale’ye gidiyoruz. 20 dakikalım bir yolculuktan sonra Pamukkale Milli Parkı’na geliyoruz. Aracımızı park ettikten sonra ilk olarak, travertenlerin hemen aşağısında bulunan parkı geziyoruz. Burası insana gayet güzel bir traverten manzarası sunuyor ve şifalı suların da buraya akmalarından dolayı, oluşturulan gölde yüzen balık ve ördekler eşliğinde iyi bir dinlence yeri olmuş.
Tam sezonu başlamadığından mı nedir haziran ayında bile burası boş diyebilirim. 3-5 turist otobüsü var, ama böyle bir Dünya Miras Listesinde olan yer için bu kalabalık çok az. 2 saatimizi de burada geçirdikten sonra 5 km. ilerideki Karahayıt Köyü’ne kırmızı taş ve şifalı içme sular ülkesine gidiyoruz. Ne kadar garip değil mi? 5km ileri gidiyorsunuz, bir başka güzellik bir başka renk ve bir başka medeniyetle karşılaşıyorsunuz. İşte bu Türkiye’nin kıymetini bilmeyenlere yuh olsun. Burası da şifalı içme suları ve romatizma ve sedef hastalıklarına iyi gelen şifalı suları ile tanınıyor. Burada birçok kalınacak otel, motel ve pansiyon var. İsterseniz 1 gece burada kalıp bu sıcak sularda keyfinize bakabilirsiniz. Ama gerçeği söylemek gerekirse burasını biraz perişan buldum. Birisinin buraya, bu hazineye sahip çıkıp, el atması gerekiyor.
Eveeet efendim, Pamukkale’de daha Hierapolis harabelerine de gitmeniz gerekiyor.
Bu kutsal şehir hakkında sizlere fazla detay vermek istemiyorum. Gerekli bilgiyi zaten ilgili internet sitelerinden edinebilirsiniz. Ama tarihe meraklı iseniz Apollon tapınağını, Plutonium’u, küçük Asya’nın en iyi korunmuş tiyatrosunu, Nymphaion’u, mezar ve mezar taşlarının bulunduğu Nekrapolis’i gezmeden geri gelmeyin diyorum.
Buranın devamında da Pamukkale’yi Pamukkaleyapan travertenleri turistler gibi üstten görmeniz ve fotoğraflamanız gerekebilir. Benden bu seferlik bu kadar, artık evimi özledim, evime dönmek istiyorum byyy.
H.Oğuz Esen[email protected]