Dünyanın Ucu: Portekiz / Lizbon

Seyahatler ilk önce hep bir hayalle başlıyor, Vasco da Gama’dan, Macellan’dan ya da diğer nice kâşiften önce insanların hayalleri, dünyanın en son ucu olduklarını düşündükleri Portekiz’de sona eriyormuş meğer. Avrupa’nın en uç kıyısına geldiklerinde henüz Amerika kıtası ya da Hindistan keşfedilmediği için denizin kenarındaki en son kara parçasına geldiklerini sanıyorlarmış, ta ki yeni kıtalar, diyarlar keşfedilene kadar. Portekizlilerin neden denizci ya da kâşif olduğuna şaşırmamak lazım, önümüzde göz alabildiğine uzanan Atlantik Okyanusu açık bir davetiye gibi.

Bizim üç kafadarın hayali de bundan birkaç ay evvel “üçümüzün gitmediği hangi ülke kaldı?” ile başlıyor; “Lizbon yapalım ama Porto’da da şarap tadalım” ile devam edip “ama Fatima’yı görmeden olmaz, aaa arada bir de Cascais, Sintra, Coimbra, Averio, Obidus varmış” deyip yine 460 kilometre kat edeceğimiz bir gezi maratonuna dönüşüveriyor. Üçümüz de hareketli tatili seviyoruz, bir yerde oturup yatmak hiçbirimize göre değil, e böyle olunca  “hadi orayı da görelim, aman burayı da yaparız canım” diyerek düşüyoruz yollara ama kötü de yapmıyoruz.

Lizbon'u tanıyalım!

Bilinenin aksine Lizbon sadece deniz kenarında değil, Tagus Nehri’nin (İspanyollar Tajo, Portekizliler Tejo Nehri diyor) iki yanında kurulu şehir aynı zamanda da Atlantik Okyanusu kenarındaki tek Avrupa şehri ünvanını taşıyor.

Lizbon, şu anda en popüler gezgin destinasyonlarından biri, öyle ki ziyaretimiz sırasında şehrin otellerinin %98’i doluydu. Bu doluluk neredeyse bize de hafif bir sekte-i kalb yaşatıyor. İnternetten bir gün önceden kiraladığımız evin sahibi confirmation elimize geçmiş olmasına rağmen apartman dairesinin bizim istediğimiz 2 gece için dolu olduğunu Portekiz’e vardığımız sabah bildiriyor, tam da uçaktan inip mesajı görüp şehrin doluluk oranını ve neredeyse her yerin rezerve edildiğini görünce, ne yalan söyleyeyim bütün kalış opsiyonlarımız gözümüzün önünden adeta bir merasim havasıyla geçiyor. Neyse şansımız yaver gidiyor ve Alfama bölgesinin tam da denize yakın, merkezi bir yerinde 4 odalı bir apartman dairesi buluyoruz. Kocaman mutfağı, çift banyosu ve her birimizin yayılabileceği odalarıyla ile bize tam bir malikâne gibi geliyor. Eve eşyaları atıp hemen apartman sahibinin bize ayarladığı tuktuk ile şehir gezisine çıkıyoruz. Tuktuklar burada çok moda, en son Hindistan ziyaretim sırasında çok sevmiştim bu şirin aletleri, gerçi fiyat olarak burada pahalılar ama yine de grup olarak binilecekse değişik bir deneyim olarak düşünebilirsiniz. Bu arada en ucuz ulaşım taksi, dolayısıyla korkmadan her yere taksi ile gidebilirsiniz, biz bu tatil; hızlı tren, metro, araba kiralama, tuktuk kullandığımız için hepsinin fiyatları karşılaştırıldığında şehir içi en uygunu kesinlikle taksi. 

Lizbon’un nüfusu 3 milyonmuş ama 2 milyona yakında turist geliyormuş, eh şehrin her yerinin insan kaynaması boşuna değil demek ki!

Lizbon; Londra, ParisRoma gibi en eski şehirlerinden ama ilginç bir şekilde diğer başkentlere kıyasla şehre ait tek bir statü yok, yani bir Eiffel ya da bir Big Ben ile bilinmiyor burası, onun yerine birçok statü, meydan ve heykelle anılıyor. Tuktuk şoförümüz müzik okulunda okuyan Ricardo adında şirin mi şirin bir üniversite öğrencisi. Gitar, bateri, piyano, saksafon çalıyormuş mükemmel bir ingilizce ile konuşuyor, zaten Portekizlilerin İngilizcesi beni şaşırtıyor. İtalyanların tek tek ve ağır italyan aksanlı İngilizcesinden sonra Portekizlilerin bu kadar aksansız ve akıcı konuşuyor olmaları ilginç geliyor çünkü kendi dillerinde birçok kelime sanki gırtlaktan çıkan sesler ile söyleniyor. Tabii bizimkiler, sonunda benim Sheakspeare İngilizcemi kullanabileceğim bir yer bulduğumuzu söyleyip benimle dalga geçmeye devam etseler de, ben halimden memnunum.

Lizbon, tarihi 1. yy.’a kadar giden eski bir şehir, Araplardan tutun da Norveçlilere en çok da İspanyollara, birçok kavimin, ulusun saldırısına mağruz kalmış tarih boyunca. Bugün bile Arapların ve müslümanlığın etkisi hala Alfama (Arapça Al-Hamma) semtinde hissediliyor, hatta 1094 yılında Lizbon; Taifa of Lisbon denilen bir Müslüman krallığın başkenti imiş. Şehir bu kadar eski ama 1755 yılında, tarihinde o ana kadar yaşadığı en büyük deprem ve hemen arkasından oluşan tsunami ile şehir yerle bir olmuş ve o tarihten sonra yeniden inşa edilmiş. Gerçi bunu fırsata dönüştüren dönemin başkanı, Praça do Rossio ve Praça do Comercio diye bilinen iki büyük ve ünlü meydanı o zaman yaptırmış. Bugün bu iki büyük meydan hem turistik hem de ticaret meydanları olarak Lizbon’un hayatında büyük roller oynuyorlar. Şiir meraklısı iseniz Voltaire’in bu depremle ilgili yazdığı bir şiiri bile varmış; Poême sur le désastre de Lisbonne (Lizbon felaketi üzerine bir şiir).

Şehri, tuktuk ile çıktığımız en yüksek seyir yerinden görünce üç aşağı beş yukarı kafamızda oturtmayı beceriyoruz. Hep söylerim; bir şehre ilk vardığınızda ya mutlaka bir hop on hop off yapmalı ya da şehrin en üst noktasına çıkıp bir bakmalı. Ya da Lizbon’da 28 No.lu tramvay ile bütün Oldtown’u dolaşabilirsiniz ama sabah erken saatte yapmanızı öneririm.

1147 yılında yapılmaya başlanan ve şehrin en eski binası ünvanına sahip Lizbon Katedrali barok ve gotik mimarisi ile görmeye değer.

Lizbon'un simgesi: Horoz

Katedrale yakın bir sokakta pazar var, şöyle bir bakmadan yapamıyoruz, Lizbon’un hemen hemen bütün hediyelik eşyacılarında ve pazarlarında horozlar göreceksiniz, şaşırmayın çünkü bu horoz bir efsaneden yola çıkarak şehrin sembolü haline gelmiş, öyle ki neredeyse bütün hediyelik eşyalarda bu horoz resmi var ya da kendisinden boy boy var. Her ne kadar farklı versiyonları olsa da birçok yerde okuduğuma göre bu en doğrusudur diye düşündüğüm efsaneye göre; Barcelos şehrinde bir ev sahibinden gümüş çalınır ve şehrin tüm ahalisi suçluyu aramaya başlar, tam da bu sırada Galicia’dan gelen genç bir adam şüpheli bulunup tutuklanır. Adam allem eder kallem eder, suçsuzluğunu haykırır ama nafile bir türlü kanıtlayamaz ve asılarak ölmeye mahkum edilir. Kendisine asılmadan bir gece önce son arzusu sorulduğunda kendisini ölüme mahkum eden hakimi görmek istediğini söyler, arzusu kabul edilerek hakimin evine giderler. O sırada hâkim evinde bir yemek düzenlemiştir, tekrar suçsuzluğunu dile getirmesine rağmen kimsenin fikrini değiştirmediğini gören genç adam tam da yemek üzere oldukları horozu göstererek “Eğer suçsuzsam bu horoz ben asılacakken canlanıp, ötecek” der bunun üzerine kimse horoza dokunmak istemez ve adam tam idam edilecekken horoz canlanıp ötmeye başlar. Bunun üzerine genç adam serbest bırakılır. Horoz da bu efsaneden yola çıkarak Lizbon’un hatta Portekiz’in simgesi olur.


Diğer bir simge de Portekiz’in her yerinde karşınıza çıkacak Ginja yani vişne likörü. Kâh bir küçük bardakta kâh bir çikolata kabı içerisinde mutlaka birkaç yerde tadın, çok hoşunuza gidecek. Özellikle de sokakta satan yaşlı kadınlar Ginja’yı genelde kendi evlerinde yaptıklarından bence dükkânlardakilerden daha lezzetliler.

Lizbon’un İstanbul’u andıran havası, şehrin ortasından geçen Tejo Nehri’nin boğazı andırmasından kaynaklanıyor. Nehir o kadar büyük ki adeta Lizbon’un iki yakasının arasından inanılmaz bir ihtişamla okyanus ile birleşmeye akıyor.

Şehrin en büyük meydanlarından biri olan Ticaret Meydanı (Commerce Square) da yine bu nehrin yanında, meydanın tam ortasında ise olduğu yere mağrur bir hava veren Kral I. Jose’nin heykeli var.

Ata bütün heybeti ile binmiş I. Jose heykelini yapan helkeltraş zaman içerisinde yaptığı esere kuşların zarar vermesini ve pislemesini önlemek için dâhiyane bir fikir bulmuş ve atın ayaklarının dibine yaptığı hareketli gibi görünen yılanlar ile kuşların heykelin üzerine konmasını engellemiş. Kuşların böyle bir korkuları varmış meğer, duyunca bir yaşıma daha giriyorum. Güneş batmak üzere ve gençlik sahile akıyor, ellerinde birer akşamüstü içkisi nehrin keyfini çıkarıyorlar. Biz karşı yakadaki İsa heykeli ve 25 Nisan Köprüsü görüntüsüne bakarak keyifle yürüyüp fotoğraflar çekiyoruz.

Karnımız guruldamaya başladığında ise görmek istediğimiz yer: Timeout. Burası bir binanın içine yerleşmiş orta kısmında oturacak masa ve sandalyeler yan kısımlarında ise çepeçevre yiyecek yerleri olan bir binanın içi. Ne yemek isterseniz var. İster Portekiz yemeği, ister sushi ya da bir hamburgere karar verin, şöyle bir dolaşıp gözünüze kestirdiğiniz herhangi bir yerden yemeğinizi alıp oturup gecenin keyfini çıkarmak size kalmış.

Yemeğimizi yedik, keyfimiz yerinde hatta içtiğimiz şaraplar öyle lezzetli ki, biraz daha kalsak mı diyoruz ama kalırsak Fado müziği kaçıracağız. Fado dinlemeden Portekiz’den dönmek, eli boş dönmek gibi bir şey.

Fado Portekiz’in ruhu; her ne kadar 1820’ler 1830’lar başlangıç tarihi gibi gözükse de daha da eskilere uzandığı düşünülüyor. Her konu hakkında olabilen şarkılar, hüzünlü melodileri ile daha çok ağıtı andırıyor. Hatta en çok da denizcilerin, rıhtım işçilerinin ve diğer işçi sınıfından olan fakir insanların müziği olarak biliniyor bir nevi bizim arabesk müziğimiz gibi. Tarihini, ünlü fado sanatçılarını öğrenmek isterseniz Alfama’da Fado Müzesi’ni ziyaret edebilirsiniz.

Bu arada fado’nun kalbi de Alfama’da atıyor ama tek bir yere rezervasyon yapıp sadece orada kalmak istemiyoruz çünkü Fado dinlemek ciddi bir iş, 2-3 saatlik bir performansı çıt çıkarmadan seyretmeniz gerekiyor. Ama biz sokaklarda serseri mayın gibi dolaşıp gemilerin limandan limana gezdiği gibi farklı mekânları gezmek istiyoruz. Zaten sokaklar o kadar güzel ki hangi mekâna gireceğimize kulak kabartıp karar veriyoruz, ilk önce bir yer sonra başka bir yer… Fado güzel, hayat daha da güzel.

Lizbon’da ikinci günümüz, "sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer" kıvamında başlıyor. Bir önceki gün yaşadığımız neredeyse yatacak yer bulamama durumumuzu tekrar yaşamamak için bu kez temkinli davranmaya karar vererek kalacağımız yerleri, arabamızı, tren biletlerini sabah erkenden ayarlıyoruz. Sonra ver elini Sao Jorge Kalesi

1255 yılında Lizbon, krallığın başkenti olunca III. Afonso ilk önce kalenin bulunduğu araziye kendine korunaklı bir konut inşa ettirmiş. 1300'de Kral I. Denis tarafından ev renove edilmiş, 1375’de Kral I. Ferdinand tarafından ise etrafı tamamen duvarlar ile çevrilmiş. Öyle ki iki yılda tamamlanan kaleye 77 adet kule eklenmiş ve çevre uzunluğu 5400 metreye ulaşmış. Her başa geçen kral ile yapıya yeni şeyler eklenmiş ama arada meydana gelen depremler ile de zarar görmüş. En son 1755 Lizbon Depremi'nde de ciddi yaralar almış. Bugün Lizbon’un en yüksek tepesine kurulmuş hali ve tüm mağrurluğu ile şehrin dokusuna derin bir anlam katıyor. Biz kaleye bir araca binmek yerine Alfama sokaklarında dolaşarak çıkmayı tercih ediyoruz, her seferinde tercih ettiğimiz farklı bir sokak ile farklı mekanları keşfetme şansımız oluyor. 

Bugün kalenin 11 kulesi hala sapasağlam duruyor. Kale ilk yapılma amacından hariç hiçbir zaman ikamet amaçlı olmamış. Şehrin elitleri ise hisar kısmında otururmuş. Eski yapıların kalıntıları ve sarnıç hala ayakta, ulakların gizli mesaj taşıyıp kaleye ilettikleri küçük bir kapı olan ‘Door of Tresan’ kalenin kuzey duvarında. Kaleyi dolaşıp bol bol resim çektikten sonra dışarı çıkmaya hazırlanırken kafenin karşısındaki bir tezgah çok ilgimizi çekiyor. Dünyanın değişik ülkelerinden topladığı paraların sadece şekilli kısımlarını bırakıp, yazı kısımlarını keserek küpe ve kolye yapan bir sanatçı ile tanışıyoruz. Türk olduğumuzu söyleyince başlıyor Muhteşem Süleyman’dan, Hürrem Sultan’dan... Ağzı iyi laf yapan bir satıcı aynı zamanda. Hemen yaptığı Türk paralarını da gösteriyor, tüm paraların üzerinde aslında ne kadar da güzel şekillerin olduğunu farkediyoruz. Ne kadar ilginç değil mi? Aslında elimizde dolaşan ama çoğu zaman dikkat etmediğimiz ayrıntılar bile bir sanat eserine dönüşebiliyor.

Kaleden aşağı inerken önümüzde duran tramvayın üzerinde yazan Belem yazısını görünce her ne kadar biz oraya akşamüstü gitmeyi planladıysak da "ya bu kadar önümüze geldi, hadi şimdi gidelim" diyoruz; hem karnımız hafif acıkmaya başladığından Belem Pastanesi'nde Nata yemek için harika bir zamanlama olabilir. Önünde uzun kuyruklar olduğunu duyduğum Belem Pastanesi'ni ben nedense New York’taki Magnolia Pastanesi gibi hayal ediyorum; küçücük ama önünde döne döne giden kuyruklar olan bir yer. Kuyruk kısmı her ne kadar doğruysa da ömrü hayatımda gördüğüm en büyük pastaneye geliyoruz. Eğer giderseniz mutlaka içine girin. Çünkü oda içinde bir sürü odadan oluşmuş gittikçe giden, sanki sonu gelmeyecekmiş gibi olan bir yer. Oturduğumuz yerden giriş yerine video çekerek yürümem tam 2 dakika sürmüş üstelik de her tarafı çekmememe rağmen. Bu arada ben Nata’ya bayıldım, tam benlik bir tatlıydı. Ama kızlar benim kadar bayılmadılar, hatta ciddi ciddi burun kıvırdılar. Eğer Nata istemez iseniz bir sürü tatlı sizi Belem Pastanesi'nde bekliyor.

Jeronimos Manastırı, Belem’in ziyaret edilecek noktalarından; Gotik ve Rönesans tarzlarının karışımından oluşmuş Manuelin mimarisinde oldukça büyük bir bina. Ayrıca UNESCO Dünya Miras Listesi’nde de var. 1501 yılında insaaşı başlayıp tam 70 yılda tamamlanabilmiş, her sene 70 kg altına mal olmuş. Manastıra girmek ücretli. Hemen yanında da Vasco da Gama’nın mezarının bulunduğu kilise var. 

Biz Belem Kulesi (Torre de Belem) giriş biletlerimizi de buradan alıyoruz, iyi ki de öyle yapmışız kuleye vardığımızda önündeki sıradan hiç etkilenmeden elimizdeki biletle hemen kuleye çıkıyoruz.

Eğer Lizbon’da uzun kalacaksanız Lizboacard alırsanız 24 saati 19 euro, 48 saati 36 euro, 72 saati 40 euro. Böylece 3 gün boyunca tüm bu aktivitelerden, ulaşımdan ücretsiz ya da indirimli  yararlanabiliyorsunuz.

Belem Kulesi ya da St Vincent Kulesi, Portekiz’in deniz tarihinde çok önemli rol oynamış. Tejo Nehri'nin korunması ve aynı zamanda seremonilerin yapıldığı bir geçit yeriymiş hep. Jeronimos Manastırı gibi kule de Manuelin tarzı bir mimariye sahip. Her ne kadar ilk yapıldığında nehrin orta kısmında bulunuyorsa da 1755 depreminde nehrin yer değiştirmesi ile bugün neredeyse okyanus giriş kısmına yakın bir konumda bulunuyor. Giriş 6 euro, eğer Jeronimos Manastırı ile birlikte gezerseniz kombine bilet 12 euro. Lisboacard aldıysanız indirim olup olmadığını buradan kontrol edebilirsiniz.

Kuleden, sahilde Lizbon’a doğru geri yürümeye başladığınızda Kaşifler Anıtı'na (Padrão dos Descobrimentos) geleceksiniz. Anıtın Belem’de bulunmasının sebebi Portekizli kaşiflerin hep buradan yola çıkmış olmalarıymış. Anıt 1939 yılında mimar José Ângelo Cottinelli Telmo ve heykeltıraş Leopoldo de Almeida tarafından tasarlanmış ve ilginç bir hikayesi var. Anıt aslında Praça de Imperio’da yapılıyor ama 1943’e kadar bir türlü onay alamamasından dolayı ilk yapılan yıkılıyor. Sonrasında Prens Henry’nin 500’üncü ölüm yılı anmalarında yetiştirilmek üzere tekrar 1958’de başlanılıp 1960’da bitiyor ve yeni anıtta Sintra bölgesinden taşlar oyularak yapılan heykeller kullanılıyor.

Doğu tarafa bakan yüzünde Vasco da Gama, Ferdinand Magellan, Casper Corte-Real ve Pedro Alvares Cabral gibi kaşifler varken batı tarafta ise Coimbra Dükü Peter, Lancaster Kraliçesi Philippa, Fernao Mendes Pinto, Kral I.John’un oğlu gibi ünlüler var. Kaşifler anıtının karaya bakan yüzünde yerde ise devasa bir pusula resmi ve içerisinde dünya haritası var. İnsan üzerine basarken tam olarak anlayamıyor ancak yukarıdan çekilmiş bir resim ile tamamını görmek mümkün.

Karnımız deli gibi acıkınca, anıtın hemen oradaki Nosolo Italia Belem’e giriyoruz, restoranın bahçesinde anıta bakarken inanılmaz lezzetli deniz ürünlü makarnalarımızı yiyoruz. Diğer yediğimiz restoranlara göre burası daha pahalı ama oldukça leziz yemekleri var. Restoranlarda zeytinyağı, ekmek bizdeki gibi ücretsiz ikram değil, o yüzden ödediğiniz fatura bir anda 3’er eurodan kabarabiliyor. İstemiyorsanız mutlaka belirtin ki hesaba yansımasın. Belem’de vaktiniz varsa görmeniz gereken bir de Gulbenkian Müzesi var. 20. yüzyılın önemli koleksiyoncularından biri olan Gulnekian’ın biriktirmiş olduğu eserler burada sergileniyor.

Gelirken tramvaya üç kişi 8.40 euro vermiştik; Commerce Meydanı'na 8 euro vererek taksi ile dönüyoruz. Taksi gerçekten çok hesaplı Lizbon’da. Hava kararmadan Rua Augusta Caddesi ve Santa Justa Asansörü'nün olduğu yerleri görmek istiyoruz. Asansörün olduğu yer, Baixa ve Bairro Alto bölgelerini birbirine bağlıyor. Gerçi zaten tepeler üzerine kurulu bir şehir olduğu için aslında çıktığınız herhangi bir tepeden de şehri kuşbakışı görmeniz mümkün. Bize açıkçası asansöre binmek çok cazip gelmediği için biz restoran ve barların olduğu yokuş sokaklarda dolaşıp rengarenk graffitilerin önünde bol bol fotoğraf çektik.

Pedro IV (Rossio) Meydanı da eski dönemlerden beri hep miting, boğa güreşi, yürüyüşler gibi birçok etkinliğe ev sahipliği yapan bir alanmış. Buranın simgesi de meydanın tam ortasındaki ismini Brezilya İmparatoru Pedro’dan alan IV. Pedro’nun bronz heykeli. 

Sokaklarda dolaşırken Willy Wonka’nın Çikolata Fabrikası filmindeki gibi bir yere geliyoruz. Meğer sardalya satan bir dükkanmış, bir yaşıma daha giriyorum. Valla ne diyeyim süper fikir, bütün turistleri hiç çaba harcamadan dükkana bir kere sokmayı beceriyorlar bence.

Portekiz dedik, Akdeniz iklimi dedik ama akşam karanlığı çökünce hiç öyle Akdeniz iklimi falan kalmıyor, donuyoruz. Bir de okyanustan gelen esintiden midir bilmiyorum rüzgar çok üşütüyor. 

Arada bir dükkanda durup bir de onun Ginja’sından tadıyoruz.

Akşam oldu hemen pantalonları, kazakları üzerimize çekip bir evvelki gece damağımızda kalan Fado müziğine doğru akmamız lazım. 

Bir sonraki yazı: Cascais, Sintra, Obidos

BANU DEMİR

Yazar Hakkında

BANU DEMİR

İstanbul Üniversitesi Radyo-TV bölümü ve Marmara Üniversitesi Contemporary Business Management’tan (gece bölümü) mezun olduktan sonra İngiltere Nescot College’da okudum.