Mavinin, kızılın, toprak renklerine bürünmüş büyülü kenti. Türki Cumhuriyetleri içinde tarih ve kültürel geçmişin tüm izlerini taşıyan belki de en önemli kent. Geçmişi yaklaşık MÖ 3000 yıllarına uzanan ve Harzemşah Devleti döneminde kurulan kente, Semerkant ve Buhara’nın yanında ismi çok da bilinmeyene, belki birçok kişinin uğramadığı ama “gezinizin sürprizi” olacak Hive’ye gidiyoruz.
Sabah erken saatte Özbek Havayolları ile Taşkent’ten ülkenin diğer ucundaki Ürgenç’e uçuyor ve uzunca bir süre kızıl kum çölünü aşıyoruz. Kızılkum ile Karakum çölleri arası dünyanın en verimli havzası, Amu Derya ile Sir-i Derya nehirlerinin kıyıları, Mâverâünnehir havzası. Özbek pilavı yapımında kullanılan Horezm pirinci de bu havzada yetişiyor.
Ürgenç Havaalanı’ndan doğruca Hive’ye gidiyoruz. Urgench’den sadece geçtik ama devletin önem verdiği bu yepyeni kenti de beğendim, yollar geniş, yüksek bina yok, ferah ve yine yemyeşil. Biz ise yeşili yok edip beton yığını yapıyoruz ne yazık ki.
Urgenç Hive’ye 35 dakika, Türkmenistan sınırı ise 5 kilometre uzaklıkta. Dört bir yanı tarih, her adımda tarihin ayrı bir köşe taşına basacağımız UNESCO Dünya Mirası Antik Kent ve İşan Kale çok iyi korunarak bugünlere gelmiş. 2.200 metre uzunluğunda ve 8 metre yüksekliğindeki surların arasındaki muhteşem kapılarından birinden giriyoruz kentin dar sokaklarına.
Girer girmez de mavi, yeşil, turkuaz çinili camiler, medreseler, saraylar ve sayısız toprak rengi yapıların harika sütunları, eşiklerin ve kapıların işlemeleri ile kendine has mimarisine büyüleniyoruz. Otelimiz eski şehrin içindeki 19. yüzyıldan kalma, Kentin Ata-darvaza kapısının yanındaki Muhammed Emin Han Medresesi (Orient Star Hiva Oteli).
Kentin en büyük Orta Çağ medresesinin ortasındaki geniş avlunun etrafına dizilmiş odalarımıza yerleşip hemen kent gezisine çıkıyoruz, zira görülecek o kadar çok eser var ki, hepsini bu sayfaya sığdırmam çok zor elbette, en önemlilerini anlatmaya gayret edeceğim. Otelimizin hemen önünde şehrin sembolü olan zarif bir minare yükseliyor.
Kelte Minar ya da Kalta Minor (Kısa Minare) - Eski Kale’nin karşısındaki 19. yüzyıl eseri minarenin dış cephesini çevreleyen göz alıcı sarı çiniler çok çarpıcı, özel ve sırlı turkuaz, mavi ve beyaz çini mozaiklerle süslenmiş. 70 metre uzunluğundaki minare Hive’nin sembolü, kentin dört kapısından biri olan Ata Kapı’nın girişinde ve çok sayıda efsanesi bulunuyor. Hive’nin en yüksek minaresini yaptırmak isteyen zat aniden ölünce minare 25 metrede yarım kalmış.
Bir efsaneye göre ise, Hive Emiri Amin Han, Buhara’da bulunan 47 metre yüksekliğindeki Kalon Minare’den (Buhara bölümünde bu muazzam minareyi okuyabilirsiniz) daha yüksek bir minare yaptırmak ister, ancak bir nedenle minarenin mimarına sinirlenir ve onu minareden attırır, minare de yarım kalır. Bir söylentiye göre de Buhara emiri, mimarı Buhara’ya davet ederek daha yüksek bir minare yapmasını istemiş.
İşan Kale – İç Kale (Eski Şehir) – Karakum ve Kızılkum çölleri arasında kurulmuş, tamamı tarihî yapılardan oluşan ve çok iyi korunarak bugünlere gelen kent, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde ve listedeki yerini de fazlasıyla hak etmiş. İçinde muhteşem eserler, camiler, medreseler gizleyen bir açık hava müzesi, masal gibi, rüya gibi.
Kale içindeki bölümde sadece soylular yaşarmış, eğitim gören kişiler ise medreselerde. Şimdi 1.200 metre uzunlukta ve 8 metre yükseklikteki 18. yüzyıl eseri kalenin içini gezmeye başlayalım.
Cuma Camisi, kentin en güzel ve en önemli camisi 10. yüzyıl yapımı. Dış yüzeyi tuğlalarla kaplı, bezemeli ve özenle oyulmuş ahşap sütunlarla çevrili, bazılarının üzerinde kufi yazılarla yazılmış ayetler bulunan 200’den fazla özenle işlenmiş oyma ahşap sütun üzerinde inşa edilmiş.
Portalı, kubbesi, galerisi ve avlusu olmayan caminin düz ve ahşap çatısında aydınlatma ve havalandırma için açıklıklar bırakılmış. Özbekistan’da hayran kaldığım ahşap ve oymalı kapılardan biri de burada ve müthiş işçiliği hayranlık uyandırıyor.
İslam Hoca Cami ise 9,5 metre taban alanı ve 57 metre uzunluğundaki, beyaz-turkuaz, mavi ve firuze mozaik çini süslemeleri çinilerle bezeli minaresi ile şehrin simgesi ve en yüksek yapısı.
Köhne Ark (Eski Saray) bir kale iken saray büyüyünce İç Kale’den yüksek bir duvarla ayrılmış ve şehir içinde şehir haline gelmiş. 18. yüzyıldan kalma tuğla duvarlarının üzerleri çamur sıvalı.
Eski Saray’ın içinde Han’ın rezidansı ile kabul ofisi, yazlık ve kışlık iki cami, mahkeme, barut yapımevi, silahlık, yatak odaları, harem, ahır gibi çeşitli mekânlar bulunuyor. Birçoğu tefrişli.
Yazlık Cami’nin eyvanlı bölümü önündeki ahşap sütunların üzerindeki işlemeler, duvar ve tavanındaki beyaz ve mavi tonlarında çini ve mozaikler, çiçek desenlerinin, tavandaki rengârenk ve altın desenlerin güzellikleri karşısında hayranlık duymamak mümkün değil.
Kışlık Cami ise hemen yan tarafında, halen bir müze. Kabul salonu önünde 2 ahşap sütunuyla eyvanlı, ortadaki yuvarlak platform ise üzerine çadır kurularak gelenlerin kabul edildiği bölüm.
Arka tarafındaki kuleye gün batımında şehri kuş bakışı görmekiçin tekrar geleceğiz.
Öğlen yemeğimizi eski kentin biraz dışında, şimdilerde bir restoran olan Han’ın Yazlık Sarayı’nda yiyoruz.
Masamız ve yemeklerimiz de hanlara yakışır bir sofra. Saray ve bahçesi de çok keyifli ama görecek daha çok yerimiz var. Masal şehir Hive’yi gezmeye devam edeceğiz.
Gökyüzünün Işıltıları Altında Işıldayan Bir Açık Hava Müzesi
Çölde bir mücevher kent Hive’nin sokaklarında dolaşmaya devam ediyoruz. Her köşesinde estetiğe önem veren Hiveli mimarların ve sanatkârların ellerinden çıkma kıymetli bir eser, bir güzellik keşfediyoruz. Tüm yapıların mozaik ve çini süslemelerinin renkleriyle ahşap oymaların uyumu tam bir göz şöleni sunuyor.
Taş Avlu Sarayı (Yazlık Saray) - 1830 yılına tarihlenen, Allah Kuli Han’ın yaptırdığı tuğla duvarlı ve kuleli saray, bir avlu etrafındaki odalardan oluşmakta. Han’ın yatma ve çalışma bölümü, konuklarını kabul ettiği alanlar, yazlık ve kışlık bölümler, Han’ın dört hanımının ayrı ayrı odaları, karşısında ise çocukların kaldığı bölümler yer almakta.
Duvarlarda yine muazzam çini süslemeleri ve taş kaideler üzerinde oyma ahşap sütunlar göze çarpıyor.
Çiniler, tavanlarda renkli boyamalar, oyulmuş sütunlar ve kapılar muazzam güzellikte.
Harem odalarının pencereleri kafesli. Odalardaki ortadaki kapı Han ve eşinin, yandaki küçük kapılar ise hizmetçilerin girip çıkması için yapılmış.
Muhammed Rahimhan II Medresesi (Hive Hanlığı Tarih Müzesi)
Orta Asya’nın en büyüğü olan medresedeki müzeyi gezdikten sonra avluda eski bir gelenek olan ve saraylarda Hanlar için yapılan geleneksel cambaz gösterisini izliyoruz. İki direk arasına çekilmiş gergin ve ince bir telin üzerinde, ellerinde denge sağlayan sırık ile yürümeleri çocukluğuma götürüyor beni. Oldukça başarılılar, ancak bir ara 3-4 yaşlarında bir çocuğu da çıkarıp omuzlarının üzerine oturtarak yürümeleri bize heyecanlı anlar yaşattı, ne kadar doğru bilemedim. Tüm oyuncular aynı aileye mensupmuş.
Yazlık Saray’ın yakınında kentin çok değerli ve önemli türbelerinden biri ”Doğu’nun Herkül’ü” lakaplı Pehlivan Mahmud’un Türbesi, taç kapısından avludaki sundurmaya, ahşap sütunlara, mavi çinilerine, parlak mavi kubbesine kadar ilgi çekici.
İç mekân ise muhteşem.
Türbenin taç kapısı 17. yüzyıla, çinileri 19. yüzyıla ait. Türbe ziyaretçileriyle hayli kalabalıktı, yeni evlenecek çiftler de uğur getireceğine inandıkları için nikâhtan önce ziyarete gelip avludaki kuyudan su içerlermiş, ancak biz seyahatlerde asla açık su içmiyoruz tabii tedbir amaçlı, sizlere de tavsiye etmem.
Kentte tüm sokaklarda hediyelik eşyalar, giysi ve yöresel objeler satan tezgâhlar olsa da, yine şahane bir ahşap kapıdan girilen, tarihî bir binada bir de Kapalıçarşı’sı var.
Sabah güneş ışıkları ters olduğu için fotoğraflarını çekmemiştik, otele dönmeden önce şehri çevreleyen 10 metre yükseklikteki surlarının dışına çıkıyor ve çok güzel kareler yakalıyoruz. Şehrin giriş kapıları tüm yapılardaki kapılar gibi müthiş bir ahşap işçiliğinin güzel örnekleri ve surların arasında birer mücevher gibiler.
Ben zaten Hive’nin tüm kapılarına hayran kaldım.
Akşamüzeri mutlaka “Toprak Kale”ye çıkıp, güneşin değişen ışıkları altında başka pırıldayan kenti, medreseleri, camileri ve minareleri kuşbakışı seyredin, çok güzel kareler yakalayacaksınız.
Akşam otelimizin restoranı olan Metniyaz Divan Beyi Medresesi’nde yöresel yemekler yiyor ve müzik eşliğinde yerel bir aileden yöre sazları eşliğinde çok hoş danslar izliyor, sonra onlara eşlik ediyoruz. Yemekten dönerken kente bakıyorum, 1001 Gece Masalları’nın, İpek Yolu’nun geçtiği kentin güzelliği gece ışıkları ile bambaşka, büyüleyici bir görünüme bürünmüş.
Sabah erkenden çöldeki bu otantik kentten ayrılacak ve Buhara’ya doğru yola çıkacağız. Ne yazık ki Hive’den (Urgenç Havaalanı’ndan) Buhara’ya uçak sadece haftanın bir günü var, denk getirmek zor. Biz de dâhil en az on turist kafilesi sabah erkenden yola koyuluyoruz. Henüz yapım aşamasındaki 575 kilometrelik yolun çoğunluğu bozuk satıh ve tahminen 7,5 saat sürecek. Söylenenlere göre üç kez inşaata başlayan firmaların hepsi de işi yarıda bırakıp kaçmışlar.
En önemlisi de yol üzerinde mola yerleri çok kısıtlı. Hareketimizden 1 saat sonra evinde çömlek yapan bir vatandaşın devlet izniyle çay, kahve ve tuvalet hizmeti verdiği yerde mola veriyoruz. Öğlen saatlerine denk gelen bir yerde de yemek molası verebileceğiniz tek bir yer, bir bahçe var. Şaşlık yani şiş kebabı ile ünlü imiş, mola yerine geldiğimizde et kokuları ve mangalın dumanı ortalığı sarmıştı bile ancak midesi hassas olanların dikkat etmesinde fayda var, ishal vakaları olmuş. Biz peynir, domates, salatalık gibi malzemeler almış, piknik hazırlığı yapmıştık. Yiyen arkadaşlar gezi boyu en lezzetli eti burada yediklerini söylediler ve neyse ki hiç sorun yaşamadık.
Ben sadece samsa (içi parça et ve soğanlı börek) yedim, şaşlık yemediğimle kaldım.
Bu maceralı ama keyifli yolculuğumuz Buhara’ya yaklaştıkça heyecana dönüşüyor.