Bayramı 29 Ekim’le birleştirip Bükreş’e gittik.. Üniversitede bir dönem Romence ek ders aldığımızdan beri Romence ve Romanya hep bir şekilde hayatımızdaydı (Hocamız Bay Baubec’in kulakları çınlasın).
Vizemizi Etiler’deki Konsolosluk’tan 60 Euro ödeyerek aldık.. Ve son derece rahat 45 dakikalık bir uçak seyahatinden sonra Bükreş’e vardık.. Ne kolay geldik derken karma eksik olmasın hemen devreye girdi. İlk gece trenle Braşov’a gidip bir gece orada kalacaktık. Havaalanından trenle gara gidip saat başı kalkan Braşov trenine yetiştik.. Vagonumuz ve 6 kişilik kompartımanımız resmen Hostel filminden bir sahne gibiydi.. Tam yerimize yeni yerleşmişken tren birden karanlığın ortasında durdu, ne oldu acaba derken kondüktör gelip durumu bizim kompartımana kendi dilinde açıkladı.. Yanımdaki kız da bana gülerek İngilizce ‘Kabloları çalmışlar, Romanya’ya hoş geldiniz!’ dedi. Sonuç olarak 2 saat 40 dk sürmesi gereken tren yolculuğumuz tam 5 saat sürdü.. Bükreş’e gidiyorum dediğimde arkadaşlarım bana yankesicilere dikkat et demişti, ben çantamı, cüzdanımı korurken şansa trenin kabloları çalındı.
Trenden inince de taksiye binip bi güzel kazıklandık :) (Siz siz olun, giderseniz Cobalcescu, Speed Taxi, Pelicanul dışında taksilere binmeyin). Otelimiz tam meydandaydı, eski ama son derece sevimli ahşap mobilyaların olduğu bir odada kaldık.. Böyle anneanne evi gibi, eski eşyalar, tertemiz çarşaflar, bir de kahveli süt olsa tam anneannemin evindeyim diyeceğim bir ortam. Bu arada kahveli süt; sıcak süt üstüne Türk kahvesi ve şeker eklenerek yapılan ilahi bir tada sahip içecektir, çay bardağında içmenizi tavsiye ederim, sizi anında çocukluğunuza götürür.
Braşov Gezilecek Yerler
Sabah erkenden kalkıp Braşov’u keşfe çıktık.. Hava biraz puslu, ortama daha bir gizem katıyor, sonuçta Transilvanya’dayız..
Braşov, rengarenk evleri, Arnavut kaldırımlı yolları ve şirin meydanıyla çok sevimli bir şehir.. Viyana ve İstanbul arasında bulunan en büyük gotik kilise olan meydandaki ‘Kara Kilise’ (Biserica Neagră) 7 ton ağırlığındaki çanıyla Romanya’nın en ağır çanına sahip kilisesiymiş, 1689’da çıkan bir yangından sonra kara kilise adını almış.
Meydanı ve merkezi dolaşıp Bran Kalesi’ne (Castelul Bran) gitmeye karar verdik, yolculuk yarım saat sürdü. Bran Kalesi 1212′de inşa edilmiş, Kazıklı Voyvoda’nın (Eflak Prensi IV. Vlad) şatoyu sık sık ziyaret etmesinden dolayı “Drakula’nın şatosu” adını almış. İrlandalı yazar Bram Stoker 1897′de Vlad’ın öyküsünü romanlaştırırken onu gündüzleri mezarında uyuyan, geceleri ortaya çıkan bir vampir olarak resmetmiş. Stoker’ın kitabı 5 milyon kopya satarak, İncil’den sonra en çok basılan eser ünvanını alınca da Drakula en ünlü roman kahramanlarından biri haline gelmiş. Şatoda bir de ayrıca para ödeyerek girebildiğiniz işkence odası var. Orta çağda kullanılan işkence aletleri resmen dudaklarımızı uçuklattı.. Kazıklı Voyvoda’nın meşhur kazığı (20000 kişiyi böyle öldürmüş), çivili sandalye, testere, kafa presi, göğüs kerpeteni ve daha neler neler.. İnsanların hangi çağ olursa olsun kötülük yapabilme yetenekleri beni her seferinde tekrar tekrar hayrete düşürüyor.
Şatodan çıkınca meydanda çok güzel hediyelik eşyaların satıldığı küçük dükkanların olduğu bir pazara girdik.. Braşov’da ve Bükreş’te çok fazla hediyelik eşya satan dükkan karşınıza çıkmıyor, o yüzden beğendiğiniz bir şey olursa buradan mutlaka alın.. Meydanda bir de korku tüneline girdik (Castelul Groazei), maket falan değil, her şey gerçek, çalışanlar korkunç maskeler takmışlar, karanlıkta el yordamıyla yürümeye çalışırken birden arkanızda belirip, siz çığlık çığlığa merdivenlerden kaçmaya çalışırken aşağıdan ayaklarınızı falan tutuyorlar.. Kahkahayla karışık çığlıklar atarak çıktım tünelden, sonra canavar gelip beni öptü, korkuttuğu için özür diledi, barıştık.
"Küçük Paris" Bükreş'te Gezilecek Yerler
Braşov’la zor da olsa vedalaşıp Bükreş’e geldik.. Champs-Élysées benzeri caddesi, Paris’tekinin aynısı Zafer Takı ve geniş bulvarlarını görünce Bükreş’e neden “Küçük Paris” dendiğini anladım.
Her gezi kitabında Bükreş’te mutlaka görülmesi gereken 1 numaralı yer olarak yazan Parlamento binasını (Casa Poporului) bana göre dışardan görmeniz yeter :) Pentagon’dan sonra dünyanın ikinci en büyük idari binası olan Parlamento Binasının 1100 odası varmış ve 350.000 m² alanı kaplıyormuş. Çavuşesku bu binayı yaptırırken Romanya’nın yirmi yıllık bütçesini tüketmiş, o yüzden Romen halkı bu binayı hiç sevmezmiş.
İçerisini 15-20 kişilik gruplar halinde kapıya pasaportunuzu bırakarak gezebiliyorsunuz. 1,5 saat süren turdan ayrılmak yasak, her bir toplantı odasını gezdiriyorlar, biz yarım saat zor dayanıp uçağımızı kaçıracağız diyerek özel izinle resmen kaçtık.
Bükreş’te en sevdiğim yerlerden biri de Herăstrău Parkı'ndaki açık hava köy müzesiydi. Parkın içine Romanya’nın tüm bölgelerinden geleneksel evler, kiliseler, yel değirmenleri inşa edilmiş, içlerine girip dolaşabiliyorsunuz, biz dolaşırken parkta kermes de kurulmuştu, inanılmaz fiyatlara çok güzel el yapımı renkli çömlekler aldık.
Akşama da Bükreş’in en sevilen restoranı diye bilinen Caru cu Bere’ye gidip menüdeki çoğu yemeğin tadına bakıp sonrasında Opera (Opera Naţională Bucureşti) Binası'nda ‘Giselle’ bale gösterisine gittik, şansa en önden bilet bulduk (bilet 55 RON’du -30TL-) ve muhteşem bir gösteri izledik.
Bükreş, cidden ucuz bir yer, sokaklarda dolaşırken fakirliği bir şekilde hissediyorsunuz ama caddeleri, sokakları, binalarıyla gene de Avrupa kültürü etkisini fark etmemeniz imkansız.. 37 müze, 22 tiyatro, konser salonları, opera binası ve 18 sanat galerisi ile kültürel açıdan dolu dolu bir şehir. Bükreş Ulusal Sanat Müzesinde (MNAR; Muzeului Naţional de Artă al României) 70 binin üzerinde eser varmış, 4 katlı kocaman müzenin ulusal galeri bölümünde Romanyalı sanatçıların eserlerine yer verilmiş. Mutlaka gidin görün, cidden çok güzel eserler var.
Bükreş’te tarihi binaları o kadar güzel kullanmışlar ki, hayatımda gördüğüm en güzel kitapçı Bükreş’teydi, kitapçı dolaşmayı zaten çok severim, buraya resmen bayıldım, fotoğrafını burada sizinle de paylaşıyorum.. Lipscani ise tarihi binaları, cafeleri, restoranları ile oldukça renkli bir bölge. Eğer benim gibi eski şeylere meraklıysanız buradaki antikacılar sizi kendinizden geçirecek.
Bükreş'te Ne Yenir
Bükreş’te her yerde ‘covrigi’ satılıyor, bizim simidin Romen versiyonu.. ancak onlar bizden farklı olarak hamurları kaynar suya atıp öyle fırına veriyorlar. Sonuç çıtır çıtır değil ama inanılmaz lezzetli; giderseniz çikolatalısını mutlaka deneyin. Yemekten bahsetmişken, Romanya’da yemekler cidden çok güzel, lahana sarmaları aynı bizimkilere benziyor, tek fark onlar etin içine domuz eti de karıştırıyorlar.. Mititei ise aşmış bir köfte, bizim İnegöl köftesinin daha tombiği.. Onun dışında sizi kendinizden geçirecek lezzette çeşit çeşit çorbaları var (ciorba). Restorana oturduğunuzda önünüze kocaman köy ekmeği gibi bir ekmek getiriyorlar ve turşular bizimkiler gibi çok tuzlu değil ama oldukça lezzetli.
Mısır unu ve peynir karıştırılarak yapılan ‘Mămăligă’ ise bana biraz yavan geldi.. Erikle yapılan brendiyi (Ţuică) denemeden dönmeyin, biraz sert bir içki, alkol oranı %37,5. Ve restoranlarda benim en bayıldığım şey; limonatayı kocaman sürahilerle servis ediyorlar! İçine de şeker yerine bal koyuyorlar.. Limonata delisi biri olarak Romanya’da limonataya doydum..
Bükreş’te Odeon Tiyatrosu önünde bir de Atatürk büstü bulunuyor. Türkler tarafından işletilen ve satın alınan otelcilerin girişimiyle bu meydana Atatürk Meydanı adı verilmiş. Tam da 29 Ekim’de dolaşırken bu büstü görünce nasıl gurur duyduk anlatamam.. Önünde onlarca fotoğraf çektik.
Bir şehri yürüyerek, ara sokaklara girip çıkarak, zaman zaman kaybolarak gezmek bana hep daha çok keyif veriyor. Bu durum Bükreş’te de geçerliydi, düz ayak her yeri çok rahat dolaştık. İlk bakışta bana Türkiye’nin 90’lardaki halini hatırlatan Bükreş, öyle neşeli, canlı bir şehir değil, kelimelere dökemediğim garip bir hüzün var sokaklarda, sanki mevsim hep sonbahar, yaz oraya hiç gelmezmiş gibi hissettiriyor.
Seyahatlerde çektiğim fotoğrafların fazlalığı gittiğim yeri ne kadar sevdiğimle doğru orantılı sanırım.. şimdi blogu yazarken fark ettim, Romanya’da 370 fotoğraf çekmişim, farkında olmadan sevmişim ben Romanya’yı.