Varşova'nın İlginç Müzeleri

Kısa seyahatlerde çoğu zaman müzeleri gezmek zor olabiliyor ama bir kültürü anlayabilmek için bunlardan önemli birkaçını görmek bence şart.

Varşova, kültür zengini bir doğu Avrupa şehri. Yakılmış yıkılmış, küllerinden yeniden doğmuş bir ülkenin başkenti. Tarih çoğu kez acımasız davranmış ve ülkeyi baştan aşağı silkeleyip atmış ama buna rağmen Polonyalılar tarihini unutan bir medeniyetin asla gelecekte var olamayacağının bilincindeler. Varşova müzelerini sizlere tanıtmaya çalışacağım.

Polin Müzesi

Müzenin amacı Polonyalı Yahudilerin tarihini canlı tutmak. Polonya, birçok toplama kampıyla ve en çok Yahudinin katledildiği ülke olduğu için bir anlamda en doğru yer. Bunun için de muazzam güzellikte bir müze yapılmış, açılış tarihi ise 2013, yani aslında çok yeni. Bu yüzden de içerisinde en yeni teknikler ve dizaynlar kullanılmış. Her yaştan insanın zevkle, sıkılmadan gezebileceği bir yer olmuş.

Müzenin dizaynı için açılan yarışmayı Finlandiyalı bir mimar kazanmış ve bugünkü sekizgen şeklindeki müze ortaya çıkmış. 2016 yılında da mimari ödülü almış olması bence çok akla yatkın. Müzenin içerisinde dolaşırken çoğu yerde duvarlar yok ama paneller ve panellerin üzerindeki bilgiler ile sizi o kadar güzel yönlendiriyorlar ki tarihin içerisinde yavaşça süzülüyorsunuz anlamadan.

Müzede ana sergi hariç her dönem farklı sergiler oluyor. Ama bence bu müzede en önemlisi ana sergiyi (core exhibition) gezmek. Biletler; ana sergi 25 zloty (35 TL) ama perşembe günleri halk günü olduğu için bedava. Eğer ailecek ya da kalabalık gidecekseniz bu linkten bakabilirsiniz. Eğer bir rehber ile gitmeyecekseniz 10 zloty’e (14 TL) audio tanıtımı almanızı tavsiye ederim, gezerken o kadar çok detay var ki insan kaçırabiliyor.

(https://bilety.polin.pl/nienumerowane.html?id=74795)

Ana sergi, 4000 metrekare üzerine kurulmuş yani öyle her detaya bakayım derseniz yaklaşık bir 5-6 saatinizi ayırmanız gereken bir sergi.

İlk başlangıcı kuş sesleri içerisinde ekranlara yansıtılmış bir orman ile başlıyor. Ve Yahudilerin ilk Polonya’ya geldikleri 1507 tarihinden başlıyoruz. Serginin ilk bölümünün en ilginç parçalarından biri 1272 tarihinde ilk cümlesi eski İbranice ile yazılmış bir kitap.

Burası interaktif bir müze, hem hikayeyi görsel olarak resimler ve videolar ile izliyorsunuz hem de bir yandan siz de interaktif olarak olaya katılabiliyorsunuz. Örneğin kendi isminizi yazarak ve değişik şekiller seçerek kendinize eski bir para oluştururken diğer yanda bir ekranın üzerinde değişik şehirlerin üzerine basıp o tarihlerde neler olduğunu görebiliyorsunuz.

1569-1648 yılları bölümü Yahudi azınlığın ülke ekonomisine nasıl katkıda bulunduğunu anlatıyor. Yahudiler hemen hemen her ülkede oldukları gibi burada da ekonominin kralı olmuşlar. Krakow şehrinin o yıllardaki yapılanmasını incelerken matbaa baskısının nasıl yapıldığını görüyoruz. Durur muyum hemen kendime bir sayfa basıyorum. Çok eğlenceli :)

Bir sonraki galeride bu altın çağın bir yangın ile sembolik bitişi anlatılıyor. Gezdiğiniz her yerde bir video, bir interaktif anlatım var. Sadece seyretmeyip siz de katıldığınız için hiç sıkılmadan devam ediyorsunuz.

Sonraki galerinin tam ortasında tahtadan yapılma bir sinagog var. Etrafı ise sanki bir kasaba gibi konumlanmış. Bir Yahudinin evine misafir olup aynı yıllarda Polonya’nın diğer şehirlerinde neler olduğunu yine dokunmatik bir ekrandan öğrenebiliyorsunuz. Yavaş yavaş endüstriyel devrim başlıyor ve 1772-1914 tarihleri arası anlatılıyor.

Bir sonraki bölüm ise benim hem en eğlendiğim hem de en üzüldüğüm yerlerden biri oldu. Tipik bir Yahudi sokağının birebir aynısı yapılmış, o kadar şirin ki içerisinde bir kafe, bir de sinema var. Kafenin tabanında bir Yahudi dansının ayak adımları var. Gramofon müziği eşliğinde 1920’li yıllara gidiyor insan. Gerçi kabus da yavaş yavaş başlıyor. İnsanların etiketlendiği, kıyafetlerinin üzerine Yahudi olduğunun belirtildiği kol bandı ve yıldızın takıldığı zamanlar başlıyor. Ne kadar aşağılayıcı. Bu bölüm, bütün vahşeti ile savaşı anlatıyor.

1939-1944 yılları ise, Alman egemenliğinde soykırım yılları. Ve neredeyse Yahudi nüfusunun %90’ının nasıl katledildiği anlatılıyor. Beni en çok sarsan Yahudi olmayan Polonyalılardan bazılarının nasıl canla başla yardım etmeye çalıştığının anlatıldığı yerler. Yardım isteyen elle yazılmış orijinal mektupları burada görebiliyorsunuz. Tabii yardım edenler kadar, Yahudileri ele verenler de mevcut.

En son bölüm 1944’ten günümüze uzanan bölüm. Soykırımı yaşayan Yahudilerin Polonya’dan değişik sebepler ile göç etmelerini anlatıyor. Polonya’nın Sovyetler tarafından ele geçirilip komünist yönetime geçmesi çoğunu ölesiye korkutuyor. Sadece yönetim değil Polonya halkının bir kısmının düşmanlığı savaş sonrası da bitmiyor, dolayısıyla göçmek en doğrusu oluyor.

Daha çok bilgi ve aktif olan diğer sergiler için; (https://www.polin.pl/en)

Polin müzesi; Polonya Devleti ve özel yapılanmanın ortak projesi.

Neon Müzesi

Bu müze tamamiyle özel bir girişim. Bir ilgi ve merak ile başlamış bugün ise müzeye dönüşmüş bir yer. Benim ise belki kırk yıl düşünsem aklıma gelmeyecek bir konuyu içeriyor. Ama arkasındaki gerçekleri öğrenince insan ‘vay canına’ demekten kendini alamıyor. 

İlk duyduğumda ‘ya o da ne ki’ diyorum. Tamam neon ışıkları biliyorum ama ne gibi bir özellikleri olabilir ki müzeye dönüşmüş. Yani aslında meraktan gidiyorum biraz da. İyi ki de gitmişim çünkü enteresan bir tarihi öğreniyor insan ve arkasındaki psikolojik gerçekleri.

Neon, 1898 yılında Sir William Ramsay adında bir İngiliz tarafından keşfediliyor. 1907 yılında Fransız George Cloude ve Alman Karl Von Linde daha ekonomik ve neonu herkese ulaştırabilecek bir yöntem keşfediyorlar. Aslında esas amaç hastanelerde oksijen kullanımını daha kaliteli hale getirmek. Ve 1910 yılında cam tüplerin içerisine üflenen nitrojen, oksijen ve argon gazlarıyla ortaya bildiğimiz neon ışıklı tabelalar çıkıyor. 1912 yılında da Fransa’dan başka ülkelere satılmaya başlanıyor hatta o kadar büyüyor ki 1913’te franchising vermeye başlıyorlar.

O yıllarda camı eğip bükmek ciddi sanatçıların yapabildiği bir iş dolayısıyla yapılan tüm ışıklar, tabelalar bugün bir sanat eseri kapsamında.

Varşova’da ilk görünen neon 1926’ta. Fakat savaşlarda şehirdeki neredeyse tüm neon ışıkları da bombalanan binalar ile yok oluyor. Sadece birkaç tanesi kurtuluyor.

1953 yılında Stalin’in ölümünden sonra komünist hayatın o gri ve kasvetli halinden kurtulmak için hükümet tarafından ülkenin neon ışıklar ile donatılması emri veriliyor. Öyle ki her 200 metrelik caddede en az iki neon tabelası olması isteniyor. Sadece şehirler değil kasabalar hatta köylerde de bu uygulama yaygınlaşıyor. Bu küçük yerlerde yaşayan insanlar bile köylerinin renklenmesi ile sanki şehirde yaşıyorlarmış gibi bir hissiyata kapılıp kendilerini değerli hissediyorlar. Bu hissi belki ancak yokluklar çekmiş bir nesilin anlaması mümkün. Gerçi komünist düzeni belki anlayamayız ama yoklukları biliyoruz. Rehber kız aslında çok genç ama bu kısmı anlatırken gözleri doluyor ve ‘o kadar az şey vardı ki sevinecek, neonlar insanların hayatına bir yıldız gibi girdi’ diyor.

Ben müzeye bir grup ile ve İngilizce rehber alarak gittiğim için 30 zloty (42 TL) ödedim ama alternatifler için bilgi bu linkte var.  http://www.neonmuzeum.org

Varşova Hayvanat Bahçesi Müzesi

Bir uçak yolculuğu sırasında ‘Zookeeper’s Wife’ filmine denk geldim. Olayın Varşova  Hayvanat Bahçesi'nde geçtiğini anlayınca, Varşova’da yaşadığım için elimde olmaksızın seyret butonuna basmıştım. Filmin sonuna ulaştığım ve uçağında alçalmaya başladığı noktada gözyaşlarım sel olmuş ben ise etrafıma çaktırmadan onları silmeye çalışıyordum.

Film, Varşova’daki hayvanat bahçesinin müdürü olan Jan Zabinski ve ailesinin Nazi zulmü sırasında evlerinin mahzenine saklayarak kurtardıkları 300 insanı konu ediyordu. Konu o kadar güzel işlenmişti ve içinizde öyle derin bir sızı bırakıyordu ki, kızımın devam ettiği okulun buraya özel bir gezi hazırladığını duyduğumda havalara uçtum. Ama limitli yerler hemencecik tükenmişti. Neyseki son dakika biri iptal etti. Bende şansıma o son yeri kapıp grupla filmin konusunun esinlendiği o küçük villaya gidebildim.

Filmin başrolündeki karakterler olan Jan ve Antonina Zabinski’nin filmin konusunun geçtiği villasını ziyaret edip, kızları Teresa ile tanışacağımı söyleseler gülüp geçerdim. Ama hakikaten çok hoş bir gezi ve sürpriz bir sohbet oldu. Her ne kadar kızları Teresa o dönemde çok küçükse de insanların akıllarına takılan bazı soruları içtenlikle cevapladı.

Film aslında Varşova’da değil Prag’da çekilmiş ama filmde geçen her şeyin gerçeği burada halihazırda duruyor.  

Filmi anlatıp, eğer seyretmediyseniz tılsımını kaçırmak istemiyorum ama film muhteşem bir hayvan sevgisinin sergilendiği kareler ile başlıyor ve Antonina’nın ne kadar olağanüstü sevecen bir kadın olduğunu görüyoruz. Onu tanımış olan insanlar gerçekten de onu bir yeryüzü meleği olarak tasvir ediyorlar. 1931 yılında Jan Zabinski eşi Antonina ve oğulları Ryyszard ile burada yaşamaya başlıyorlar. Akabinde Nazi istilası başlıyor. Hayvanat bahçesine gelen Nazi askerleri hayvanların neredeyse tamamını öldürüp bu alanı kendilerine silah deposu ve tarla olarak tahsis ediyorlar.

Jan Zabinski ileri derece Almanca konuşan ve Almanlar ile o dönemde müthiş anlaşan bir insan. Hiç hayvan kalmayan hayvanat bahçesinde kalabilmek içinde bu alanın depo olarak kullanılması gerektiğine Nazileri o ikna ediyor. Mükemmel Almancası ile girdiği ya da bulunduğu ortamlarda zorluk içerisinde olan insanları gizlice kurtarıp bu villaya getirmeye başlıyor.

Zabinski ailesi sayesinde toplam 300 kişi zulümden kaçıyor ve bunlardan sadece iki tanesi yakalanıp Almanlar tarafından öldürülüyor. Villada 3 yıl boyunca yaşayan da var sadece birkaç saat kalan da. Ama kurtulanlar verdikleri demeçlerde bu evin ne kadar mutluluk ve huzur dolu olduğundan bahsediyorlar.

Antonina’nın villada saklanan insanlar için gizli bir şifresi var. Piyanosunda Offenbach’ın La Belle Helen şarkısı çaldığında herkes ses çıkarmadan mahzendeki tünele gidip evin yan tarafındaki hayvan kafeslerinin olduğu kısma geçiyorlarmış. Antonina tehlikenin geçtiğini de yine piyanosunda Chopin çalarak herkese duyuruyor. Böylece insanlar tekrardan evin mahzenine ve evin içine dönebiliyorlarmış.

İşin en ilginç yanı bence bu kadar olay yaşanırken Jan Zabinski’nin güvenilir kişiliğinden dolayı kimsenin onlardan şüphelenmemesi. Hatta mutfakta gündüzleri aşçı olarak çalışan kadının bile evin altında yaşayan insanlardan haberi olmuyor.

Mahzendeki ilginç odalardan biri de villada en uzun kalan Magdelana Gross’a ayrılmış. Zabinskilerin yakın arkadaşı olan Gross bir heykeltraş, savaş öncesinde de hayvanat bahçesine gelip hayvanların heykellerini yapıyor. Gross villada ilk kurtarılan ve en uzun kalan insan. Üç yıl boyunca mahzende yaşayıp heykel yapmaya devam ediyor. Bugün bazı heykelleri hala villada sergileniyor.

Zabinski kardeşlerin ikisi de bugün hayatta. Teresa abisinin artık Polonya’da yaşamadığından bahsediyor. Kendisine sorulan ilginç soruları büyük bir içtenlikle cevaplıyor. Babasının kendisine yapılan kahraman algısına hep karşı çıktığını onun bir insan olarak yapması gerektiğini yaptığına inandığını söylüyor. Sonra şakayla karışık ‘o kadar çok sevgi doluyduk ki hayvanlar varken belki onlara aktarıyorduk sevgimizi ama sonrasında insanların ihtiyacı olduğunda da onlara aktırdık’ diyor. Kurtarılan 300 kişi içerisinde sadece Yahudi olanlar yok. O dönem Nazilerin zulmüne uğrayan farklı etnik gruplardan insanları kurtarmışlar. Hatta akli dengesi yerinde olmayan bir iki kişi de varmış. Teresa’ya annesi sorulduğunda ise ‘o benim sadece annemdi’ diyor.

Hayvanların kafeslerde ve hayvanat bahçelerinde tutulmalarına karşı olduğum için genelde hayvanat bahçesi ziyaret etmemeye ve yazmamaya gayret ediyorum. Ama buranın hikayesi beni hakikaten etkiledi. Bizi gezdiren rehber bir noktada ‘Hayvanat Bahçesi yaşamalıydı, çünkü komünist düzende insanların yüzünü güldürebilecek tek tük yerlerden biriydi’ dediğinde yine insan bencilliği diye düşünsem de, hak vermeden edemedim.

Seyretmediyseniz ilk önce filmi seyredip sonrasında yolunuz düşerse Varşova Hayvanat Bahçesi'ndeki bu özel evi kaçırmayın derim.

Kopernik Bilim Müzesi (Copernicus Science Museum)

Bir bilim müzesine en son on altı sene evvel Amsterdam’da gittiğimi hatırlayınca halihazırda yaşamaya devam ettiğim Varşova’da gitmek farz oldu. Esasen vaktiniz varsa Varşova’daki tüm müzeleri gezmekte fayda var çünkü çoğu hayli interaktif ve teknolojinin çok güzel kullanıldığı müzeler. Bilim müzesi her yaş için inanılmaz eğlenceli bir müze. Şu yaşımızda biz bu kadar keyif aldıysak okullarla sürüler halinde gelen çocukların kahkahaları inanın boşuna değil.

Müzeye ilk girişte sağdaki bölüm benim en eğlendiğim bölüm oldu. Sizi devasa bir baloncuk yapma ve hava makinesi karşılıyor. Birinde kolları çekerek bütün tavanı kaplayacak balonlar oluşturmaya çalışıyor diğerinde ise havada birbirleriyle adeta dans eden kumaş parçacıklarının bizi transa sokan hareketlerini izliyoruz. Bundan sonraki makineler müthiş girişten aldığınız kartı makinenin çalıştırma bölgesine yerleştirdiğinizde karşınıza ilginç testler, farklı temalarla ilgili değişik bilgiler çıkıyor. İnsan deli gibi hepsini keşfetmek istiyor. Bir standda arkadaşlarımla elektrik akımını kullanarak müzik yapmak ya da başka bir yerde kendimize ait magazinimizi basmak bizi çok eğlendiriyor. Kendimizi alt kattaki makineleri bitirip yukarı kata atabildiğimizde müzeye girdiğimizden bu yana üç saat geçtiğini görmek bile şaşırtıyor.

Kopernik Bilim Müzesi

Üst kat farklı bilimsel deneylerle dolu. Oturduğunuz bir bisiklette siz pedal çevirirken arka aynada yansıyan görüntünüz sizin sadece iskeletiniz olunca insan ürküyor. Ya da girdiğiniz bir odanın en dibinde iki farklı köşede arkadaşınızla duruyor olmanıza rağmen biriniz önde diğeriniz arkada görünebiliyor. Müthiş göz yanılmaları, değişik deneyler.

Müzenin içinde gezegenlerin anlatıldığı Planetarium da var ama bu kez o kadar çok vaktimiz olmadığı için biz giremedik. Müzede toplamda dört saat geçirdik ama çocuklarla tüm günlük bir aktivite olabilir. Giriş ücreti 31 zloty (48 tl) öğrenci 21 zloty (32 tl) planetarium 27 zloty (41 tl) öğrenci 21 zloty (32 tl). Ayrıca 3D sinemada var ama çoğunlukla lehçe olduğu için herkese hitap etmiyor.

5

Fryderyk Chopin Museum (Muzeum Fryderyk Chopin)

Varşova’ya gelip de Chopin müzesine gitmemek olmaz herhalde. Chopin tarihin gördüğü tüm dünyada hala sayısız eseri her fırsatta çalınan, zamansız gelmiş geçmiş en ünlü bestecilerden biri. Varşova’da doğmuş olan Chopin 1830 Uprising, ihtilalle beraber Polonya’dan ayrılıp geri kalan hayatını Paris’te yaşamış olsa da Polonyalılar’ın harika çocuğu.

Üstelik kısacık hayatını bestelerinden kazandığı paradan ziyade verdiği piyano dersleriyle idame ettirmiş bir dahi. 39 yaşında ölene kadarda birçok hastalıkla savaşmış hatta büyük bir olasılıkla veremden öldüğü düşünülüyor.

 

Chopin Museum

Chopin Müzesi onun hayatını ve eserlerini o kadar güzel bir şekilde sergiliyor ki her gidişinizde onunla ilgili yeni bir bilgiyi keşfetmek mümkün oluyor. Ayrıca müziğiyle yaşadığı kısacık hayatındaki aşklarını, politikaya bakışını, farklı ülkelerdeki hayatını anlatarak döneminin en etkileyici insanlarından biri olmuş olması insanı derinden etkiliyor. Ölümünün üzerinden 171 yıl geçmiş olmasına rağmen hala bestelerinin popüler oluşu, filmlere konu olması bir insanın eserleriyle de ölümsüzlüğü yakalayabilmesinin en güzel örneği bence.

Müzede en çok alt katı seviyorum çünkü Chopin eserlerini ve farklı türdeki yapıtlarını banklara oturup önünüzde notalar akarken kulaklıklardan dinleyip onun yaşadığı ana gidebiliyorsunuz. Varşova’ya gelirseniz Chopin müzesini ve Old Town’da akşamları verilen piyano resitallerini kaçırmayın derim. Hatta yazın yolunuz buraya düşerse Lazienski gibi büyük parklarda da genelde Chopin konserleri oluyor. Müze giriş; 22 zloty (34 tl)

4

Madam Curie Müzesi

1903 Nobel Fizik ve İngiliz Kraliyet Birliği'nden Davy madalyası, 1911’de Nobel Kimya Ödülü, 1921’de Bilime katkılarından dolayı Amerika’nın kadınları adına başkan Warren Harding’te 1 gr radium ödülü alan ünlü fizikçi Maria, 1867 yılında Varşova’da dünyaya gelmiş. Marie Curie, dünyanın iki nobel ödülü almayı hak eden halen ilk ve tek kadın bilimcisi.

Maria, Varşova’nın Rus yönetimi altında inim inim inlediği yıllarda fizik öğretmeni olan babası ve yatılı kız yurdu müdürü annesinin beş çocuğundan biriymiş. 1875 yılında ablaları Sofia ve Bronya tifüs hastalığının pençesine düştüğünde, hastalığa direnemeyen ablası Sofia’yı kaybedip aradan iki yıl geçtikten sonrada annesini verem hastalığından kaybedince kendisini bilime adamaya karar vermiş.

Ancak o tarihlerde kız çocuklarının üniversiteye gitmesi yasak olduğundan tek çareleri yurtdışına kaçıp orada okumakmış. Ablası Boronya, Fransa Sorbonne üniversitesine başlayan ilk kardeş olunca kardeşi Maria’yı da fizik ve matematik eğitimi alması için desteklemiş. Fakat Maria, llkönce zor şartlarda Varşova’da Endüstri ve Tarım Müzesi adı altında çalışan ve devletten gizli eğitim veren bir kuruluşta okumuş.

Sonrasında ablasının sonsuz desteğiyle Paris’e yanına gidip 1.5 yıl gibi kısa bir sürede sınıfın birincisi olarak fizik diploması hemen arkasından da matematik diploması almaya hak kazanmış. 1895 yılında fizik adamı Pierre Curie ile evlendiğinde Maria Skłodowska yerine Marie Curie adını almış.

Hayatının tüm detaylarını, yaşamındaki kişilerin resimleriyle, o dönemde çalıştığı deney tüplerine ve notlarına kadar her detayı Marie Curie müzesinde bulmak mümkün. Çok büyük bir müze olmamasına karşın detaylı dolaştığınızda Marie Curie’nin bütün hayatı gözlerinizin önüne seriliyor.

Işın tedavilerinde uzman olan Curie, Ra (Radium) ve PO (polonium) maddelerini bulan kişi olarak adını tarihe yazdırmıştır. Polonyum elementinin isminin Curie her ne kadar vatanında yaşayamadıysa da Polonya’dan esinlenerek konulmuş olmasıysa manidardır. Yaptıkları radyasyon çalışmalarından bir süre sonra kendi sağlıkları da bozulmaya başlamasına ragmen Curie asla çalışmalarını bırakmamış ve kendini kanser hastalarının tedavisine adamış. Kendisi de maalesef 1934 yılında kan kanserinden vefat etmiş. Bugün Polonyalılar kağıt paraları 20 zloty üzerinde ve adına Old Town’ın kalbinde kurdukları bu müzeyle bir nevi ona minnettarlıklarını sunuyorlar.

Varşova’da her müzenin giriş ücretinin bedava olduğu günler var. Biz müzeye Salı günü gittiğimizde ücretsizdi. Normal şartlarda bilet ücreti 11 zloty yani 23 tl civarında.

National Museum

Her ülkenin bir Ulusal Müzesi olmalı ki, o ülkenin tarih içinde yaşadıklarını bir de sanatçıların gözünden görme şansımız olsun. Biz Türkler maalesef çok şanslı sayılmayız sanat konusunda ama Polonyalılar İkinci Dünya Savaşında Nazi yıkımından bile sanat şahaserlerini koruyabilmek için ciddi uğraşılar vermiş ve başarılı da olmuşlar.

Varşova Ulusal Müzesi tam bir gün hatta yakından ilgilenen bir sanatseverseniz belki daha fazla zaman ayırmanız gereken devasa bir müze. Ana, değişmeyen sergilerin dışında bir de dönemsel sergilere rastlayabileceğiniz muhteşem bir sanat şölenine hazır olun diyorum. Müzede gezebildiğimiz sergilerde ki hepsini gezemedik, iki şey beni inanılmaz etkiledi.

Bunlardan ilki, resim içinde resim diye adlandırabileceğim olağanüstü detaylı eserler ki bunlardan birinde portresi yapılmış bir kadının başındaki eşarbının tüm dantel detayları fotoğraf gibi çalışılmış.

Başka bir mekan resmindeyse altın varaklar ve hatta resmin içindeki tablo detayları bile muhteşem incelikle çizilmiş. Tek kelimeyle olağanüstü.

İkincisiyse Jan Matejko’nun Grunwold Savaşı’nı resmettiği tablosunun olduğu özel salona girdiğimde ise adeta nefesim kesiliyor. (The Battle of  Grunwold) 

Yüksekliği 987, eni ise 426 cm, müzenin neredeyse bir duvarını boydan boya kaplayan paha biçilmez bir eser. Salonun içerisinde Matejko’nun o doğaüstü eserinin karşısında oturup saatlerinizi detaylarda geçirebilirsiniz. Bu salonda bir diğer hoşuma giden detaysa öğrenciler için çeşitli dillerde hazırlanmış, tabloyu ve içeriğini çizimlerle anlatan broşürler oldu. Broşürde adı geçen kahramanları resmin içerisinde bulabilmek ve yorumlayabilmek bile hakikaten kayda değer bir deneyimdi. Jan Matejko bu eserini tek parçada çalışmış ve tablonun toplam ağırlığıysa 290 kiloymuş, inanabiliyor musunuz? Nasıl korunmuş ve tek parça halinde bugüne kadar gelebilmiş insan hayranlık duymadan yapamıyor.

Müze giriş devamlı sergilerde 20- değişken sergilerde 25 zloty yani 31-38 tl, Salı günleriyse ücretsiz. 

Palac Kultury i Nauki (Kültür ve Sanat Sarayı)

Burası aslında bir müze değil, Kültür ve Sanat Sarayı. Ancak Varşova'nın en sevilmeyen simgesi olarak biliniyor. 

İstanbul’un yedi tepesine kıyasla Polonya’nın başkenti Varşova, dümdüz bir şehir. O yüzden de şehrin tamamı bisiklet yollarıyla kaplı ve her yaştan insan rahatlıkla bisiklet ya da kay kay sürebiliyor. Şehrin ortasındaysa halkın hiç sevmediği ve ondan kurtulmak için çeşitli zihni sinir projeleri ürettiği 237 metrelik, şehrin en yüksek binası; Palac Kultury i Nauki var.

2

Binanın içerisinde; fuar alanları, 8 sinema, kütüphaneler, 4 tiyatro salonu, 2 müze, yüzme havuzu, 300 kişilik bir konferans salonu, 11 ve 12. katlarında Collegium Civitas Üniversitesi, cafeler, hatta spor kulüpleri bile bulunuyor. Aslında tam anlamıyla bir kültür, bilgi ve spor merkezi.

Oldukça basit bir hikayesi var. Varşova’nın baş mimarı olan Jozef Sigalin, Stalin’in yardımcısından gizli bir telgraf alır. Telgraf Stalin’in Varşova’da yüksek bir bina inşa etmek istediğiyle ilgilidir. Mimarın şaşkın görünmemesi ve bazı talimatları içeren telgraftan sonra hazırlıklı olan Sigalin’e soru sorulduğunda ‘Neden olmasın’ der. Polonya mimari ekibi binayı her ne kadar kendilerinin dizayn edeceğini düşünse de bina çoktan Ruslar tarafından çizilmiştir bile.

3

Rus mimar Lev Rudnev tarafından dizayn edilmiş olan binanın ortasında bir saat kulesi var, binanın otuzuncu katından şehrin nefis bir kuşbakışı görünümünü keyifle izlemek mümkün.

Normal bilet fiyatları 20 zloty yani 35 tl. Bizim 30. Kata çıktığımız gün kar yeni yağmaya başladığı için ben manzarayı tam olarak göremedim o yüzden de yaza doğru tekrar gitmeyi planlıyorum. Doğal olarak ben burada yaşadığım için istediğim zaman gidip tekrar görme şansım var ama siz eğer turist olarak gelecekseniz bulutsuz ve açık bir havada binanın tepesine çıkarsanız alacağınız görüntülerde güzel olacaktır.

1952-1955 yılları arasında Stalin tarafından yaptırılan işgalin şehrin ortasındaki bir kanıtı bu bina. Sarayın Varşova’nın genel mimarisiyle hiç uyuşmaması ve toparlanmaya çalışan bir şehrin üzerindeki baskın görüntüsü halkı doğal olarak çok rahatsız etmiş. Saray, Rus işgalinin olduğu yılları anımsatıyor, halkşehrin tepesine dikilmiş halinden dolayıbinadan nefret ediyor ve çoğu Polonyalı bu binayı ‘Pajac’ yani Palyaço olarak adlandırıyor. Daha komik ya da çirkin takılan isimlerde var ama en yaygın olanı bu. Birçok kişi tarafından bina, Sovyet halkının cömert bir armağanından çok Sovyet işgalinin bir işareti olarak algılanmış. Rusların egemenliği Varşova’da biter bitmez binadan Stalin’in adının ve heykellerinin binadan hemen sökülüp atılması bu düşüncenin sonucudur.

İçerisini dolaşırken bana nedense Çavuşesku’nun bin odalı sarayını anımsatıyor. Aynı soğukluk ve zevksizlikte.Galiba komünizm dönemlerinde yönetimlerin donukluğu ve tekdüzeliği sonuçta o dönemde ortaya çıkan her sanat eserine yadsınamaz bir şekilde yansıyor. Eğer Old Town’da Varşova müzesini gezerseniz orada Palac Kultury’nin güzel bir maketi var, böylece saat kulesinin ve etrafındaki binaların nasıl yerleştiğini tam olarak görebiliyorsunuz.

7

Yine de yılın değişik zamanlarında binanın değişik renklerle aydınlatılması bence Varşova’ya hoş bir hava katıyor. Örneğin Sevgililer Günü’nde kırmızı olması gibi. Bu arada,saray ilk yapıldığında aslında bembeyazmış ama yıllar içinde hava şartlarından bugünkü gri halini almış. Binayı dıştan temizletmenin ve orijinal hale döndürmenin bütçesi çok yüksek olduğu için halk asla para vermeyi onaylamıyormuş. Halkın hala birçoğunun sırf bu binayı gözden gizleyebilmek için önüne başka binalar yapmaya onay verdiği düşünülürse bu fikre şaşmamak lazım.

7

Aslında bu kadar kültür ve sanat olayını biraraya getirmeyi amaçlayan bir binanın olması bence muhteşem bir fikir. Ama yine de siz siz olun bunu Polonyalıların yanında çok dile getirmeyin.

Instagram: banuyollarda

#Makedonyadan yazılar alanında göster
Kapalı
BANU DEMİR

Yazar Hakkında

BANU DEMİR

İstanbul Üniversitesi Radyo-TV bölümü ve Marmara Üniversitesi Contemporary Business Management’tan (gece bölümü) mezun olduktan sonra İngiltere Nescot College’da okudum.