Tanışıklığımız çocukluğumda Bergama, Dikili ve Ayvalık’ı içeren bir yolculuk ile başlar. Yaşım küçük olduğu için bu geziye dair hafızamda birkaç küçük an dışında hiçbir şey kalmaz. Ancak bu üçleme belleğime kazınır. Birinin adını andığımda bir diğeri gelir aklıma. Zira İzmir’den Ayvalık’a giderken rota budur. Bergama yoldan biraz içeride kalsa da tabelasını görürüz. Dikili tabelasını gördükten sonra ise artık çok yaklaşmışızdır.
Bu geziden sonra da mutlaka çok gitmişizdir. Ancak unutamadıklarımdan biri üniversiteye ilk girdiğim yılın yazında fakültemizin halk oyunları ekibinin Ayvalık Festivali’ne davetidir. Geç haber aldığımız için ekibi toplamak, enstrüman ve kostüm ayarlamak oldukça zor olsa da festival günü geldiğinde her şey hazırdır. Büyük bir coşku ile çıkarız yola. Festival boyunca Ayvalık’ın pek çok yerinde gösteriler yaparak geçer günlerimiz. Akşam olunca bizi bir tekne alır, Cunda (Alibey) Adası’na götürür. Gösterimiz Tarihî Taş Kahve’nin önünde olur. Geceleme Sarımsaklı’dadır. Ertesi gün Çamlık’ta denize gireriz. İşte Ayvalık o gün bu gündür benim için çok önem taşıyan bir yer olarak belleğime kazınır. Nedir onu benim için bu derece önemli yapan? Biraz da araştırınca nedenini anlamak hiç de zor olmaz.
Tarihi Antik Çağ’a kadar uzanan, çevresindeki adalarla birlikte önemli bir ticaret yolunda olan yerleşim ilk olarak “Kydonia” ismiyle duyulmuş. 16. yüzyıla kadar balıkçıların yaşadığı, kendi halinde bir köy iken, 1770 yılında yaşanan bir olay kaderini değiştirmiş.
Cezayirli Hasan Paşa‘nın gemisi Çeşme açıklarında Rus donanmasıyla çarpışınca yardım almak için adamlarıyla Ayvalık’a sığınarak, Papaz İkonomou’nun kapısını çalmış. Papazın yardımı ile yeniden donanmasının başına geçen Hasan Paşa zaman içinde sadrazamlığa kadar yükselmiş.
O günlerde ekonomik açıdan sıkıntı yaşayan ve çıkış yolu arayan Ayvalık için bir şeyler yapmak isteyen Papaz İkonomou, Sadrazam Hasan Paşa’yı İstanbul’da ziyaret etmiş. Sadrazamdan özerklik fermanı talebinde bulunan ve isteği yerine getirilen papaz aldığı fermanla geri dönmüş. Alınan özerklik ile kentte ticaret ve tarımsal üretim ile uğraşan Rumlar ticarî ve mimari imtiyazlara da sahip olmuşlar. Osmanlı topraklarında bağımsız bir yönetim kimliğine kavuşan Ayvalık’ın gelişmesi, zenginleşmesi ve dünyaca ünlü bir çekim merkezi haline gelmesine katkısı olan ferman, kent tarihinde bir dönüm noktası olmuş. Bölgeye Rumların yoğun göçü ile nüfus artışı sonucu küçük bir köy yerleşimi iken kaza olmuş. 1774’te imzalanan “Küçük Kaynarca Antlaşması” ile imtiyazlar genişletilmiş. Bunun sonucu Ayvalık Rumları Osmanlı egemenliğindeki diğer yerleşimlerden farklı olarak yerinde daha önce bir kilise bulunmamış arsalara kilise inşa edebilmişler. Tüm bu imtiyazlar ticarî hayattaki imtiyazlar ile desteklenince yoğun bir yapılaşma başlamış. Ayvalık kısa sürede küçük bir sahil kasabasından önemli bir ticaret ve liman şehrine dönüşmüş.
Kıyı limanlarına kurulmasına izin verilen konsolosluklar ile birlikte İngiltere, Norveç, İtalya, Avusturya-Macaristan ve Fransa temsilcilikleri açılmış. 1803 yılında kurulan felsefe, filoloji, mantık, fizik, matematik dersleri verilen “Ayvalık Akademisi” şehrin kültürel gelişimine büyük katkı sağlamış.
Zeytincilik, sabun ve zeytinyağı üretimi, bağcılık, şarapçılık, kentin her bir köşesindeki değirmenlerde üretilen buğday derken, Ege kıyılarında yükselen bir şehir olmuş Ayvalık. 1821’e gelindiğinde Rum İsyanı’na destek veren halkının bölgeden gönderilmesiyle şehirdeki ticaret sekteye uğramış. Ancak 1824 yılında gönderilenlerin tekrar geri dönmelerine izin verilmiş. 1842’de “Karesi (Balıkesir) Sancağı”na bağlanınca ise özerkliğini yitirmiş. Bu dönemde yalnızca idari yapısı ve güvenlik birimleri Türklerden oluşan Ayvalık’ın nüfusunun yoğunluğunu yine Rumlar oluştururken, Türkler daha çok civar köy ve ilçelerde yaşamaktaymış.
1856’daki “Islahat Fermanı”yla Ayvalık’ta birçok kilise inşa edilmiş, buna ek olarak “Rum evi” ya da “taş ev” olarak bilinen konutlar da kentin her köşesinde yerini almış. Ayvalık’taki yapıları benzersiz yapan özelliklerden en önemlisi bu yöreye özgü sarımsak taşından kaynaklanıyormuş. Ticarî yapılar deniz kıyısına, konutlar biraz daha içeriye, dinî yapılar ise tepelere inşa edilmiş. 1880’de limanının genişletilmesiyle ticarî potansiyelini bir kez daha artırmış.
Yunanlılar tarafından 1919 yılında ele geçirilmesi ile 1922 yılına kadar işgal altında kalan Ayvalık tekrar Türklerin eline geçince bir sene boş kalmış. Bu defa iki ülke arasında yapılan anlaşma sonucu olarak 1923 yılında mübadele ile tanışmış. Rumlar karşı kıyıya gönderilip yerlerine Girit, Midilli ve Makedonya’dan gelen Türkler yerleştirilince ilçenin dokusu ve kimliği baştan aşağıya değişmiş. Kentte yeni bir kültür mozaiği oluşmuş.
Bu dönemde kiliseler fazla değişiklik yapılmadan camiye çevrilerek, fabrika ve konutlar da tekrar kullanılmaya başlanmış. Bunlara çarşı, hamam ve çeşme gibi yeni yapılar ilave edilmiş. Mübadele sonrası eski ticari canlılığını kaybeden şehrin canlanması zaman almış. Kentin hali hazırda ticarî merkezini oluşturmakta olan eski “Agora” bölgesi ana hatlarını korusa da Perşembe Pazarı, küçük bir değişim ile Türkleşmiş. Bunun yanında bir zamanlar Messi Panagia Kilisesi’nin bulunduğu yer de çarşı bölgesine katılarak genişlemesi sağlanmış ve At Arabacılar Meydanı olarak düzenlenmiş.
Tertemiz havası, yirmiden fazla adası, özenle korunan mimarisi, Ege kültürü, uzun sahil şeridi, zengin mutfağı, zeytini, zeytinyağı ve daracık sokakları ile Ayvalık…
Ayvalık Adaları Tabiat Parkı, Türkiye’de benzerlerinin en büyüğü. Adaların çevresi dalış turizmi başta olmak üzere, bisikletçiler ile yürüyüşçüler tarafından oldukça fazla tercih ediliyor. Ayrıca adaların etrafı yüzmek isteyenler için de çok uygun.
Ayvalık denizden karaya doğru esen poyrazı ile de ünlü. Denildiğine göre Ayvalık zeytininin lezzetinde bu rüzgârın etkisi oldukça fazla. Estiğinde denizin iyodunu dağların oksijeni ile buluşturunca bu eşsiz lezzet çıkıyormuş ortaya.
Kentteki en ünlü dini yapı merkezdeki, şehrin ilk kilisesi Taksiyarhis Kilisesi, 2003 yılında restore edilmiş ve müze olarak ziyarete açılmış. 1844 yılında baş melek Cebrail’in adına inşa edilen yapıda sütunların üzerinde bitkisel motifler var.
Türkiye’de belki de dünyada bir benzeri olmayan çan kuleli bir cami de var ilçede. Saatli Cami (Agia İanni), sonradan eklenen minaresi ile çan kulesinin muhteşem uyumu görülmeye değer.
İçindeki suyun kutsal olduğuna inanılan Ayazma Kilisesi, Cunda Adası'ndaki Aya Nikola Kilisesi, içinde Meryem Ana’nın mezarının bulunduğuna inanılan Agia Paraskevi Manastırı, Sultan Abdülhamid tarafından yaptırılan Hamidiye Camii ve Çınarlı Camii Ayvalık’ın önemli yapılarından.Ayvalık’ta uygun fiyatla, kaliteli malzemelerle yapılan yemekleri yiyebileceğiniz oldukça fazla esnaf lokantası var. Girit mezeleri, zeytinyağlılar, yöreye özgü otlardan yapılan yemekler ile etli yemekler, çorba ve tatlılar son derece lezzetli. Deniz ürünlerinin yanı sıra ünü bölge sınırlarını aşan zeytini ve papalinası… Ayvalık tostunu da unutmamak lazım…
Gümrük Müdürlüğü’nün binasının bulunduğu meydan, günümüzde “Antikacılar Çarşısı” olarak düzenlenmiş. Arnavut kaldırımlı daracık sokaklarda yan yana sıralanan dükkânlarda aklınıza gelebilecek pek çok farklı antika eşya satılıyor. Çevirmeli telefonlar, bira bardakları, kıyafetler, tel dolaplar, takı ve süs eşyaları bunlardan bazıları.
Ününü bilen Midillililerin de sık sık geldiği Perşembe Pazarı ise tarihî sokakların içerisinde tam anlamıyla bir renk cümbüşü. Pazarda meyve, sebze, kıyafet ve zücaciye satılıyor.
Tarihî evleri ve hikâyesi olan sokakları, sıcakkanlı insanları, lezzetli yemekleri, doğası, kültürü, denizi, yemyeşil ormanları ve tertemiz havasıyla Ayvalık’ı sokak sokak gezmeden tanımak mümkün değil. Sokaklarda dolaşırken evlerin rengârenk boyanmış o muhteşem kapı ve pencerelerinden yükselen fısıltılar size adeta şehrin gelmiş geçmiş bütün hikâyesini anlatıyor.
Şeytan’ın Kahvesi…150 yıldır yaz kış koruk şerbetinin içileceği bir kahve burası… Babadan oğula miras kala kala bugünlere ulaşmış. Önündeki asırlık asma ağacı ile içerisindeki kütüphanesi, tarihi tabloları, fotoğrafları ve duvarlarıyla Ayvalık’ta tarihî bir tur attırıveriyor size.
Ayvalık Adaları Tabiat Parkı içinde yer alan ve merkeze 8 kilometre uzaklıktaki tepedeki Şeytan Sofrası ise efsanelere konu olan benzersiz bir yer. Aslında eski bir lav birikintisi olan ve bir sofrayı andıran Şeytan Sofrası adalara hâkim manzarasıyla görenlerde hayranlık uyandırıyor.
Ayvalık'ın en çok turist çeken yeri Cunda Adası… Türkiye'nin ilk boğaz köprüsüyle merkeze bağlanan Cunda'ya karayolu ile ulaşmak oldukça kolay. Birbirinden güzel plajları, kiliseleri, değirmenleri, sahildeki balık restoranları, tarihî Taş Kahvesi, Arnavut kaldırımlı daracık sokaklarındaki muhteşem kapı, pencere ve cumbalı taş evleri, kendine özgü lezzetleriyle Cunda yılın her ayı yoğun ilgi görüyor. Kurtuluş Savaşımızın Ayvalık Cephesini kuran 172. Alay Komutanı, işgalci güçlere ilk kurşunu sıkan Ali Çetinkaya’ya ithafen “Alibey Adası” olarak da bilinen adadan Ayvalık’a tekne ile geçmek de mümkün.
Ayvalık'ta denize girilebilecek pek çok güzel plaj var. Bunların en bilineni Sarımsaklı Plajı… Paşa Koyu ve Badavut Plajı, Altınova Sahili, Cunda Adası'nda yer alan Ortunç ve Patriça Koyu, Duba Plajı denizin tadını çıkarmak isteyenler için ayrı ayrı seçenekler.
Ayvalık’ta günümüzde pansiyon ve butik otel olarak kullanılan çok sayıda yapı var ve her gün yeni biri daha restore edilerek, şehrin turizm potansiyeli artırılıyor.
Bugünlerde ise Ayvalık’a gittiğinizde konaklayabileceğiniz, öyle yeni bir yer var ki; söz etmeden geçemeyeceğim.
Podemos Ayvalık… Yaratıcısı ise Sevgili Feridun Yolaç…
Adı İspanyolca “yapabilirim” sözcüğünden geliyor. Feridun Bey “yapabilirim” demiş ve yola koyulmuş. Bulunduğu caddenin içinden bir zamanlar Patamos Çayı’nın akıyor olması da bu ismi çağrıştırınca otelin adı “Podemos” olmuş.
Uzun yıllar devam ettirdiği profesyonel iş hayatını noktalayarak, Ayvalık’ta satın aldığı eski bir Rum evini üç yıl boyunca gecesini gündüzüne katarak yenileyip, harikalar yaratmış.
Neler mi yapmış?
1910 yılında üst düzey bir Rum bürokratın kızları için yaptırdığı alt katı 80 cm kalınlığında taş duvar, üst katı Bağdadî, sürekli hava sirküle eden, ikiz binalar yazın serin, kışın ılık havayı hissedebileceğiniz şekilde, aslından uzaklaşmadan yenilenmiş.
Orijinalinde zemini rabıta döşeli iken, yer döşemeleri onarılarak, tekrar aynı şekilde döşenmiş. Dış cephedeki testere diş şeklindeki cumbalar korunarak, estetiğin bozulmaması sağlamış.
Yaşama ve yaşanmışlığa saygı gereği doğal dokusuna sadık kalınarak yenilenen bina, bünyesindeki on odası ile misafirlerini konuk etmeye hazırlanırken, bir tesadüf eseri tanıştığımız Feridun beyin daveti üzerine, henüz otel resmi olarak açılmadan konuk olma şansı yakalayınca tüm odaları gezme ve inceleme şansını yakaladık.
Bir kere her biri ayrı renge boyanmış, her birine farklı isimler verilmiş odaların isimlerinden bazıları “Şömine”, “Kuzey Ege”, “Kuyu” vb… , Odaların hepsinde eski tip demir ve ahşap yatak başları, annelerimizin yatak odalarında görmeye alışkın olduğumuz komodinler…
Siz hiç otel odasının içinde bir kuyu gördünüz mü? Şaşırmayın…
Odaların birinin içinde gerçekten bir kuyu var. Üzeri cam ile örtülerek odanın dekorasyonuna uygun hale getirilmiş.
Bembeyaz çarşaflar, kanaviçe işlenmiş keten ve örgü perdeler, antika avize ve abajurlar, rengârenk eski kilimler, gaz lambaları…
Odalar yenilenmiş olmasına rağmen tavanında ve duvar kenarlarında bir kısım eski hali ile bırakılmış ki bu sayede binanın ruhunu hissederken, aynı zamanda dönüşümünü hayal edebiliyorsunuz.
Duvarlar, merdivenler, tavanlar, yer döşemeleri o kadar ustalıkla onarılmış ki; binanın içine girdiğinizde kendinizi adeta bir zaman tünelinde hissediyorsunuz. Sanki 1910 yılındasınız ve merdivenlerden çıkarken, bir anda kapalı olan bir kapı açılıverecek ve içeriden çıkan dantel elbiseli, topuz saçlı, şık bir hanım size “hoş geldiniz” deyiverecek…
Hele hele dekorasyonu…
Yemek bölümünde tavanda bir zamanlar sofralarımızın vazgeçilmezi olan envaiçeşit rengârenk emaye tabaklar dekor olmuş ama yenileri ise hala sofraları süslüyor. Tamamı doğal ürünlerle hazırlanmış kahvaltı sofrası, bakır sahanlarda yumurtalar, antika fincanlar ile lokum eşliğinde ikram edilen kahveler, yanında içine limon ve nane katılmış su bile özene bezene hazırlanmış. Bir de arka bahçesi var ki; bembeyaz demir sandalyeler her biri ayrı renkte minderler ile süslenmiş, masaların üzerinde, bahçenin her bölümünde sepet sepet, rengârenk çiçekler, begonviller, fenerler, kuyular, duvarlarında eski evlerden çıkma kapılar ile dekore edilmiş. Anlayacağınız adeta bir tiyatro sahnesi. Sanırsınız ki; birazdan oyuncular gelecek ve oyun başlayacak.
Otelin dıştan görüntüsü ise son derece şık, Ahşap, demir ve taşın muhteşem birlikteliği son derece uyumlu…
E daha da ne olsun değil mi? Bana kalırsa Feridun Bey “Yapabilirim” demiş ve “Yapabilmiş”…
Ve ziyaret edilmeye, görülmeye değer bir sanat eseri yaratmış adeta…
Kaynaklar:
http://ayvalik.bel.tr/ayval-k/ayvalik-tarihi.html
http://www.ayvalikturizmdanismaburosu.gov.tr/TR,141146/ayvalik-in-tarihi.htmlhttp://www.ayvalikto.org.tr/tr/ayvalik7/170-ayvalik-tarihi